Başbakan Erdoğan’ın '’Askerî vesayet düzenine sadakatle bağlı, aralarında kartel kuran iki büyük medya grubunun laikçi patronlarının muhalefetine rağmen'' iktidara geldiğini belirten Zaman gazetesi yazarı Şahin Alpay, Erdoğan'ın medya patronlarının muhalefetinden çok çektiğini bu nedenle ''medya patronlarının yörüngesine girmesini sağlamak için dükkân sahipleri teorisini'' geliştirdiğini söyledi.
Erdoğan’ın medya üzerinde denetim kurma çalışmaları sonucunda iflas eden, önce Turgay Ciner'e ardından Çalık grubuna satılan Sabah grubunun, son olarak yüklü kamu ihalesi beklentisinde olan bir grup iş adamı tarafından bir havuz oluşturularak satın alındığını iddia eden Alpay, internette yayınlanan Habertürk Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı ile Erdoğan arasındaki tapelerin ardından Erdoğan’ın ‘’dükkan sahipleri’’ni de devre dışı bırakarak kendi talimatıyla medyayı yönetmeye çalıştığını savundu.
Alpay, ‘’Aydın Doğan'ın 2001 yılında medya patronlarının kamu ihalelerine girmelerinin önündeki bütün engellerin kalkmasını sağladığını'' hatırlatarak, ''patronlarının kamu ihalelerine girmelerini, medyada çapraz mülkiyeti yasaklayarak, medyayı adam etmek zorundayız’’ dedi.
Erdoğan’ın medyadaki hakimiyetine rağmen interneti denetim altına alamayacağını savunan Şahin Alpay’ın Zaman gazetesinde ‘’Dükkan sahipleri’ medyası dibe vurdu’’(15 Şubat 2014) başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:
'Dükkan sahipleri’ medyası dibe vurdu'
Türkiye’de medya düzeni 1980’lerden itibaren siyasi partiler ya da hükümetler ile esas kazançlarını medya-dışı alanlardaki yatırımlardan sağlayan büyük medya patronları arasında patronaj ilişkisine ya da “Sen bana siyasi destek sağla, ben de sana kamu ihalesi vereyim…” ilkesine dayandı.
Bu düzen 1990’larda medyaya hakim olan iki büyük grup, Doğan ve Sabah grupları arasında “hem işbirliği, hem rekabet” üzerinden gelişti. (Aydın Doğan lobisi, Mesut Yılmaz hükümeti delaletiyle 2001’de, medya patronlarının kamu ihalelerine girmelerinin önündeki bütün engellerin kalkmasını sağladıktan sonra, patronaj sistemi tam randıman çalışmaya başlayacaktı.)
Askerî vesayet düzenine sadakatle bağlı, aralarında kartel kuran iki büyük grup, RP’ye karşı hasmane bir tutum izledi. Bu tutum 1990’ların sonunda, 28 Şubat süreciyle birlikte zirve yaptı. AKP’nin iktidara gelmesi, netice itibarıyla medyanın seçmen tercihleri üzerinde pek az bir etkisi olduğunu gösteriyordu ama laikçi ve vesayetçi büyük medya patronlarının muhalefetinden çok çeken Başbakan Erdoğan, bu gerçeği görmezden gelircesine, büyük medya patronlarının hükümetin yörüngesine girmesini sağlamaya büyük önem verdi. Bu bağlamda, medyanın “dükkân sahipleri” teorisini geliştirdi.
Medyanın demokrasideki işlevleri, bu işlevlerin yerine gelmesinin medyada editoryâl bağımsızlığa bağlı olduğu konusunda en küçük bir kavrayışı olmayan Erdoğan’ın “teorisi” şuydu: Medya gazeteciler tarafından değil patronlar (meşhur ifadesiyle “dükkân sahipleri”) tarafından yönetilmeli ve ulusal çıkarların gereği olarak hükümetin borazanı olmalıydı.
Bu “teori”nin uygulamaları sonucu, iflas eden Sabah-ATV grubu TMSF denetimine alınarak önce Turgay Ciner’e, sonra kamu (Ziraat ve Halk) bankalarından sağlanan kredilerle Ahmet Çalık’a emanet edildi. Çalık da geminin yükünü çekemeyince, anlaşılan, Başbakan’ın talimatı ve eski Ulaştırma Bakanı, yeni İzmir Belediye başkanı adayının delaletiyle, yüklü kamu ihaleleri alacakları beklentisinde olup, böylece “milletin anasını belleyeceklerine” inanan büyük müteahhitlerin, kamu bankalarından sağlanan krediler yardımıyla yaptıkları katkılarla (Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın bile “hoş karşılamam, şık bulmam” demek zorunda kaldığı) bir “havuz” oluşturuldu ve Sabah-ATV bu konsorsiyuma devredildi… (Devredildi mi? Bu grubun sahibi kim? Bu hususlar da henüz açıklık kazanmış değil.)
Ne var ki Başbakan Erdoğan’ın, medya üzerinde denetimi, sadece “dükkân sahipleri” aracılığıyla tesisle yetinmediği de ayan beyan ortaya çıktı. O artık kendi talimatlarıyla tayin edilen medya yöneticilerini doğrudan arayarak, neyin yazılıp yazılamayacağını, neyin yayınlanıp yayınlanamayacağını söylüyor. “Alo Fatih” rezaletinin işaret ettiği gerçek, “dükkân sahipleri” medyası düzeninin dibe vurmasıydı. Şimdi Erdoğan hükümeti bir adım daha ileri gidiyor ve istemediği içeriğin yer almasını önlemek amacıyla, Türkiye’yi dünyanın en otoriter rejimlerde geçerli olan türden bir internet düzenine mahkûm etmeye çalışıyor.
Peki, Erdoğan ve hükümeti medya üzerinde bütün bu denetim araçlarını kullanarak, kaçınılmaz sonunun önüne geçebilir mi? Belki geciktirebilir, ama Türkiye’de medya sadece onun denetiminde yalan üreten medyadan ibaret değil. Ne yaparsa yapsın internet üzerinde denetim kurması da mümkün değil. Yalanın mumu yatsıya kadar yanabilir. Abraham Lincoln’ün sözünü tekrar hatırlatayım: “Bazı kimseleri her zaman, herkesi bazen aldatabilirsiniz, ama herkesi her zaman aldatamazsınız.”
Patronlarının kamu ihalelerine girmelerini, medyada çapraz mülkiyeti yasaklayarak, medyayı adam etmek zorundayız.