23 Kasım 2012 12:25
Karin Karakaşlı
(Agos – 23 Kasım 2012)
Çamlıca tepesine dikilmesi öngörülen camiye ilişkin tartışmalar sürerken, İslami kesimin özgün ve aykırı sesi Dücane Cündioğlu’ndan İstanbul’un kozmopolit mirasını anımsatan ve vicdana seslenen yazılar geldi peşpeşe. İstanbul’u selamlayan üç büyük dinin üç mabedini aynı anda görmeyi düşleyen bir ufukla “Elimde değil, ürperiyorum. Kendimce. Çamlıca'da üç mabed... üç siluet... cami, kilise, havra... Kucaklamak çok mu zor, bir ‘emin belde’ olmak mesela? Tüm sakinlerine. Ehl-i Kitab'a. Lütfen, bu sefer olsun ses ver ey İstanbul! Sırf bizim için değil, kendin için de. İstikbalin için. İnsanlık için” diye seslendi. Cündioğlu, ardından, ‘Çamlıca için Yakarış’ başlığıyla Başbakan’a projenin durdurulması yönünde çok içeriden bir üslupla çağrıda bulundu.
Dücane Cündioğlu bir üslup ustası, çünkü içinde söyleyeceklerinin gönüllere ulaşması, bir fark yaratması arzusunu taşıyor. Ama bir insanı, ne kadar kendini açsa da, sadece yazılarından tanıyamazsınız. Oturup gözüne bakmanız, onunla konuşmanız gerekir. Biz de öyle yaptık. Ferda ve Uygar ile birlikte Büyükada’ya, yanına gittik; açıklardan esen rüzgârın ortasında karşılıklı oturup içimizdeki fırtınaları paylaştık. Bu satırlar da o fırtınaların tortusudur.
Bir insanın kendine mesafelenerek bakabilmesi demek, geri kalan herkesle kaynaşabilmesi demek. Dücane Cündioğlu şaşırmaya hazır, şaşırtmaya hevesli. Kimseye yaslanmadan kendini varetmişlerin o yabanıl gücüne sahip. Ama o güce yaslanıp adanın Robinson’u olacak değil. Şehrin ve hayatın tam ortasına, atar damarına talip. Çünkü hem söyleyecekleri sahici hem de bu devirde az insana nasip olacak biçimde söylediklerinin kudretiyle dönüştürme yetisine sahip.
Onu bu denli özel kılan, dönüşüme bizzat kendinde başlamış olması. On beş-on altı yaşlarında Ülkücü hareket içinde başladığı yolculuk, henüz on sekizine varmadan iki kez hüküm giyip mahkûm oluşuyla sonuçlanmış. Bir sonraki duraksa İslamcılık olmuş. “Türkçülük, milliyetçilikle çıktım yola. On altı yaşında içeri girdim. Sonra cezaevinde namazla tanıştım. Örgüt işlerinden nefret etmiş, bir daha bu tuzağa düşmeyeceğim demiştim ülkücülüğü bıraktığımda. İslam da bana daha geniş bir okuma alanı ortaya çıkarmıştı. Çünkü milliyetçi hareketlerin öyle çok kültürel bir tarafı yoktur. Fakat benim İslamcılığım da çok radikaldi. Vatan Darül Harpti. Devlet kafirdi, halk müşrikti, alimler satılmıştı, tarih hurafeydi. Sonra ben bunu deşifre ettim tabii, bir tür Kemalist Protestanlıktı.”
Bense ‘Ülkücüleri’ Agos gazetesi önünde 26 Şubat 2004’te eski İstanbul Ülkü Ocakları İl Başkanı “Hrant Dink sen artık bizim öfkemizin hedefisin. Ya sev ya terk et” diye haykırırken hatırlıyorum. İslamî hareket nezdinde ise ancak gavûr ve kâfir olabilirim. Ama işte buradayız. Dücane Cündioğlu ile karşılıklı oturmuş birbirimize bakarken, dil bulma derdinde iki insanız sadece. Sadece insan. Başka hiçbir şey. Dolayısıyla her şey.
Dil içinde geçirdiği evrim hem yıllar boyu Arapça, İngilizce, Almanca dahil öğrendiği bütün dillerden yaptığı tutkulu okumaların ve yaşadığı travmaların sonucu. Şimdi artık acıdan geçmiş ve ısrarla umuda yönelik bir dili var: “Benim eskiden ettiğim küfürler yaşama değmiyordu ki. Kahrolsun komünistler dediğimde de değmiyordu, kahrolsun kâfirler dediğimde de bir şey olmuyordu. İslam gelecek dertler bitecek dediğimde de olmuyordu. Bir şey olması gerektiğini de düşünmüyordum ki. Sadece onu dediğimde kendimi iyi hissediyordum. Düşmanlarım vardı, savunduğum bir kale vardı ve ben de savaşıyordum. Oysa şimdi söylediğim söz zarar verebilir insanlara, yarar da verebilir. Bir çocuğun hayatını kurtarabilirim. O yüzden etkilemeyi düşünüyorsanız etkilenmeyi de göze alacaksınız.”
Çamlıca için düşlediği resim, aslında İstanbul tahayyülünün ifadesi. İlle de camide ısrar edilecekse kilise ve havrası da olsun yanında, istiyor. Yaslandığı kuram ise seneler süren okumaları, Doğu ve Batı’ya yaptığı yolculuk birikimiyle oluşturduğu Kozmopolites tezi.
“Kozmopolites, farklı din, dil, ırk ve kültürleri bir arada tutmayı başarabilmiş toplumlarda yüksek düşünce ve sanatla ortaya çıkar ve böyle toplumlarda siyaset bu farklılıklara karşı müsamaha göstermek zorunda kalır. İslam dünyasında düşünce ve sanata dair övünülebilecek kişi, eser ve dönemleri düşününüz. Hangi dönemlerdir bunlar? Göreceksiniz, Kozmopolites dönemleridir. Farklı dil, din, ırk ve kültürlerle yan yana yaşayabildiğimiz ve onları hazmedebildiğimiz dönemlerde tavan yapmışız. İslam dünyasının 1500 yıllık tarihinde üç tane Kozmopolites dönemi mevcuttur. Bir, Bağdat dönemi. 9-11 yüzyıllarda Nesturi, Yakubi ve Monofizit Hıristiyanlarının çeviri emekleriyle Yunan bilimini ve felsefesini aldık. Abbasiler dönemi İslam dünyasının ilk Kozmopolitesidir. İkincisi, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanların bir arada yaşadığı 12-13. yüzyıl Endülüsüdür. Üçüncüsü ise İstanbul’un 18 ve 19. yüzyıllarıdır.”
Ya sonrası? Resim ne zaman dağıldı? “Abbasilerde bu dönem ne zaman son buldu. I. Haçlı Seferleri çağrısı 1095’te. Ardından Moğol saldırıları ile birlikte önce Şiilerle Sünniler, İran Selçuklu ayrımı ortaya çıktı. Ardından Moğol ile Hıristiyanlar çil yavrusu gibi dağıldı, Sünni gövde Anadolu’da yalnız kaldı. Osmanlı Sünni gövdeye dayanarak ilerledi; yerleşince tekrar Kozmopolites’i üretti. Yahudisi, Ermenisi, Rumu birlikteydi; Bektaşilik ve Mevlevilik gibi bu işleri kolaylaştıran iki yorum gücü de bu entelijansiyanın oluşmasına yardımcı oldu. Fakat 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başı II. Meşrutiyet ve Cumhuriyetle birlikte biz bu hikâyeyi, unuttuk. Dahası bu hikâyeyi anlama, yorumlama şansımız bile kalmadı. Problem Türkçülükte oluştu, yeni bir ırk, toplum, devlet yaratıldı. Yaratılırken siyasi merkez zayıfladığında farklılıklar tehlikeli hale gelir. Olan buydu.”
Birlikte yaşamanın muhabbeti öyle lütuf diye verilen bir şey değil. Uğruna emek harcaman gerekiyor. Hele de zihin haritamız bu derece sınırlanmışken. Dücane Cündioğlu elinde bir kalem, beyaz sayfanın ortasına Türkiye haritasını çiziyor kabaca. Karadeniz’den, Akdeniz’den, Doğu’dan ve Batı’dan anladığımız sınırların daracık çerçevesini gösteriyor. Bütünlük içinde okuyamadığımız tarihi, Misak-ı Milli ile kısıtladığımız coğrafyamızı. “Muhabbet, korku karşısında dayanıklı değildir. Ona aklın destek vermesi lazım” diyor düşünceli düşünceli.
Bu aklı, bu muhabbeti siyasetten beklediği de yok. “Siyaset gücünü ayrımlardan alır. Siyaset bir simülasyon. Birleştiren sanat ve kültürdür” diyor. Ben kültür politikalarını, hâlâ kaçıncı kuşaktır okutulan ders kitaplarını ve elbette yaşadığımız onca acıyı düşündüğümde ona kıyasla karamsarım. O ise başta kendi değişiminden hareketle İslami kesimdeki dönüşümleri birebir yaşadığı için iyimser. Sanatı, sinemayı, mimarlığı, içinden geçtiği şehirler, filmler ve mabetler üzerinden yorumladığı üç kitabı aynı anda yayımlandı. Tabloları yorumladığı dersleri muhafazakâr kesimden coşkulu öğrencilerle dolup taşıyor. Ulaşıldığını bilmenin inancı onunkisi.
“Biraz iyimser bakmak lazım. Dindarlar bu milliyetçi söyleme eklemlenerek, korkuyla olaylara bakarken şehirleşmeyi arzuluyorlar. Siyasetin dili dışında Kozmopolites uç veriyor. Eğer direnmezsek siyaset yumuşamaya izin vermeyecektir. Eğer üslubu iyi kullanabilirsek siyaseti hizaya getirebiliriz. Bu insanların değerlerini temsil eden biriyim. Yazıp çizen insanların bu muhabbet ve şefkati gösterebileceklerine inanıyorum. Kozmopolites açısından bakıldığında ‘yukarıda’ geçiş çok, mesele insanlara orayı gösterebilmekte. Düşünürler, sanatçılar arasında borçlanma daha çok. Ben niye bu borçlanmayı inkâr edeyim ki. Ben bir Heidegger’e, Wittgenstein’a, Kafka’ya borcumu nasıl inkâr edebilirim ki. Ben bir azizden söz eder gibi Kafka’dan, Van Gogh’dan söz ediyorum. İşin özü şu: Anlamak zorundayım. Bu yaşamda anlamayı istemekten başka bir gaye bulamadım.”
Çözüm ille de şehir. Dini de dengeleyebilecek olan şehir. “Kozmopolites’in tehlikeli yanı. Üç büyük dinin başkenti Kudüs. Ama Kudüs’te Kozmopolites sıfır, aralarında hiç diyalog yok. Çünkü sırf din var ve herkes en dibine kadar ben haklıyım diyor. Sırf inanç işe yarasaydı Kudüs herkese örnek göstereceğimiz bir yer olurdu. Mekke zaten herkesi kucaklamıyor. Sadece müminler oraya girebilir. Ama Allahtan İstanbul dini merkez değil. New York, Paris öyle değil. Yaşamın geniş alanları, büyük şehirler bize insanların inanmaktan başka yapabilecekleri şeyleri de gösteriyor; düşünmek gibi, duygulanmak gibi. Kozmopolites şehirle sirayet edecek. Şehirde Kozmopolites kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak. Şu an Türkiye’de gayrı safi milli hasıla arttı. İki türlü sıkıntı vardır. Biri geçim sıkıntısı, biri can sıkıntısı. İnsanların %90’ı geçim sıkıntısı ile maluldür, orada düşünce ve sanat olmaz. Can sıkıntısı başladığında bunun tek çaresi vardır, düşünce ve sanat. Şehir böyle başlar.”
Dücane Cündioğlu en zorunu başarmış. Kendiyle, nefsiyle verdiği mücadele sonrası belli ki pek çok yanını kabullenmeyi ve bir miktar tevekkülü öğrenmiş. Kendini kandırmayan bir insanın başkalarının manipülasyonuna da izin verecek hali yok. “Peygamber efendimiz ‘levla’ yani keşke demeyi tavsiye etmiyor. O yüzden ben de doğru bulmam. Çünkü ben öyle inanmıştım. Yanlıştı ama öyle inanmıştım. Türkiye’nin tarihi ile benim kişisel tarihim aynı. Türkiye ne tür kırılmalar yaşıyorsa, ben de onu yaşıyorum. O mu benden önce geliyor, ben mi ondan önce gidiyorum. O benden önce geliyor; kategorileri o koyuyor ve beni dönüştürüyor. Ama zannediyorum on yıldır bunu beceremiyor. Ben ona rağmen düşünmeyi biliyorum. Ben artık kendim için, kendi kavramlarımla düşünüyorum. Kendi istediğim yönde düşünüyorum. Bu benim için çok zor oldu. Koca bir yaşamı toplum dışı olarak geçirdim. Arapça öğrenirken öyle demiştim. Hiç kimse beni Allah, kitap, İslam deyip cepheye süremeyecek ve aldatılmayacağım demiştim. Ben aldatılmamak, tongaya basmamak için bu kadar öğrendim. Kendim için düşündüğümü biliyorum artık.”
Keşke dedim, bugünkü bilinciyle Dücane Cündioğlu Agos’u bilseydi, Hrant Dink’in insan sesini işitseydi. Eminim etkilenirdi ve etkilerdi de. Halleşirdik. Elbet, hayat döngüsünde hiçbir şey için geç değildir ve hatta bazen zamanı ancak gelir. Belki bu da bizim zamanımız, kimbilir.
“İnsanın haysiyetine umutsuzluğu yakıştıramam” diyen bir insan o. Günlük siyasete uzak duran, televizyonsuz, gazetesiz, sadece kitaplarla baş başa bir hayat kuran insan. Ama işte Kozmopolites ister istemez, “E bu insanlar, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler neden gitti?” diye sormayı, o sorunun yanıtları üzerinden yeniden yan yana durmayı dayatıyor. Üstelik bu kadar sahici bir insan tanıyınca, bırakın siyasi pragmatizmi, basbayağı gönlü Ermenilere de açılsın, onları da ilk elden bilsin, kucaklasın istiyorum. Tıpkı benim de onu kucakladığım gibi. Onca saat sonunda kucaklaştığımız gibi. Muhabbet dediğin de birbirinin gönlünde kalmaktan başka ne ki. Bu da benim iyimserliğim.
Gerisi Allah kerim.
© Tüm hakları saklıdır.