Gündem

Yeni Şafak'ta Erdoğan'a 'Çamlıca için yakarış'

Dücane Cündioğlu, Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan yazısında Çamlıca'ya yapılması planlanan camiiyi 'ucube' olarak nitelendirdi

22 Kasım 2012 11:51

 

İslamcı düşünür, eski Yeni Şafak yazarı Dücane Cündioğlu, "Çamlıca için yakarış" başlıklı yazısında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a seslendi ve "Beton dövmenin Çamlıca'nın sırtına basılmasına lütfen izin vermeyin" dedi.
Cündioğlu'nun Yeni Şafak'ta yayımlanan (21 Kasım 2012) yazısı şöyle:
"Bir damla bir damla daha iki damla etmez, daha büyük bir damla eder, diyeceğim. Nârâ atmaya lüzum yok, ihtiyaç da. Hatta çığlığın bile yeri değil. Ama hiç değilse iniltimizi duyuralım.
Hak, hükümdarların, siyaset ehlinin, idarecilerin ellerine demiri, yüreklerine cesareti vermiştir.
Niçin?
Elbette ellerindeki demiri yüreklerindeki cesaretle birlikte kullansınlar diye. Yönetme sürecinin zorluklarını kolaylıkla aşabilsinler, yıldırımlar, fırtınalar, boralar karşısında bir hamlede yıkılmayıp, hak adına, halk adına, haksızlıklara/yolsuzluklara pekinlikle karşı koyabilsinler diye.
Lakin unutmamalı, bir de mizanı indirmiştir. Mizanı, yani ölçüyü, yani teraziyi, yani denge ve itidali, ki o demiri acullukla değil, hikmetle, hikmete uygun olarak kullanabilsinler diye. Hikmete, yani hakikatin bilgisine uygun olarak.
. . .
İşaretlerin peşinden koşmaktan çok yoruldum, benim gibi aşıklar varsa aranızda, hiç değilse, onlar benim kadar zahmet çekmesinler istiyorum. Anlamak ve anlaşılmak bu kadar mı bâr olur insanın sırtında, inanınız, kelimelerim kimseye bâr olmasın, en azından mânâları âsan olsun istiyorum.
Bu yüzden sözümü pek söyleyeceğim, açık söyleyeceğim, lütfen sözlerime kulak veriniz, bilmiyorum ki acaba farkında olmadan çok şey mi istiyorum.
Mabed hakkında bir şeyler söylemek istiyorum, mabed ve mabud hakkında. Cami hakkında. Çamlıca'da inşa edilmeye karar verilmiş olduğu anlaşılan meş'um bir proje hakkında.
***
Tasannu olarak anlaşılmak korkusu bulunmasaydı yalvarırdım, yapmayınız derdim, kıymayınız. Bu ülkenin, bu şehrin çocuklarını yıllarca başlarını öne eğdirecek bir ucubeyle sınamayınız. Ya Kahhar! zikrine bizi muhtaç hale getirmeyiniz, bilakis bırakınız da o besmele'nin edasında bizlerin de sadası olsun, diye yakarırdım. Bizlerin, yani Türkiye'nin.
Ağa oğlu, beğ oğlu olsanız, susar, ima'yı bile zül addederdik. Firavunlar gibi gururdan gökleri delen sözde azametiniz secdelerde hak ile yeksan olacak nasılsa deyû akibetinizi sabırla beklerdik. Ama değilsiniz, iyi biliyoruz, oylarımızla bizleri yönetmenize bizler izin veriyoruz çünkü. Yanlış anlamayınız, sadece sizi seçen oylarımızla değil, bütün oylarımızla. Oylarımızla, yani bu ülkede yöneticilerin seçimle gelip gitmelerine olan inancımızla.
Şayet Sayın Başbakan'a hitaben bir mektup yazacak olsaydım, kendilerine, Sayın Başbakanım, derdim, insan yaptıklarından çok, yapmadıklarıyla insandır. Kaçındıklarıyla. Hz. Musa'nın elindeki levhalarda yazılı olana evamir-i aşere (on emir) derler, inanmayınız, doğrusu emir değil, nehiy'dir. Yapılması gerekenleri değil, kaçınılması gerekenleri söylerler çünkü. Ortak koşmayacaksın, denir, öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, zina yapmayacaksın, vs.
. . .
İşte bu mülahazalarla, söyleyiniz lütfen, derdim, kaçınsınlar, yapmasınlar, aman o güzelim Çamlıca tepesine ehven-i şerr'i layık görmesinler. Kötülerin en kötüsünü. Gerçekleşme imkanına kavuşanını. Aman sözcüğü ebceden (sayısal olarak) Muhammed'e karşılık gelir, o nedenle bizler aman demekten, aman dilemekten rahatsız olmayız, acziyet şanımızdandır, der, aman diler, Çamlıca'ya hürmet için yakarırdım.
Sanırım Ankara yârânı sesimizi duymaz, ama siz duyun derdim. İstanbul'un sabık Şehremini olarak zevksizliğin, çirkinliğin, düşünce yoksunu o beton dövmenin Çamlıca'nın sırtına basılmasına lütfen izin vermeyin, diye yalvarırdım. İşgüzar idarecilerin, mabedlerimizi, şehirlerin en yüksek tepelerine demirden kocaman haçlar diken Sırplara, Hırvatlara, Makedonlara, Latinlere eş bir meydan okuma aracı haline getirmelerinin önüne geçiniz, diye inlerdim.
Son Peygamber'i, Son'un Peygamberini edeben sona bırakır, iniltilerin sultanı İsa Efendimiz gibi seslenirdim kendilerine. Matta İncili'ndeki gibi, dar kapıdan giriniz, derdim, çünkü kişiyi yıkıma götüren kapı geniş, yol da enlidir, üstelik bu kapıdan girenler çoktur. Oysa yaşama götüren kapı dar, yol ise çetindir. Bu yolu bulanlara gelince, onların sayısı çok azdır.
Yaşama, yani bu dünyadaki ve öte dünyadaki yaşama.
Demiri mizan'a vurmalı, cesareti mizan'ın kılavuzluğunda kullanmalı. Tarih ibretamiz örneklerle doludur.
Nedense pek az kimse bilir, Sultanahmet Camii yıllarca cemaatsiz kalmış ve İstanbul halkı, alimler de, halk da, o güzelim camide namaz kılmayı içlerine sindirememişlerdir. Çünkü henüz genç bir delikanlı olan I. Ahmed'in, ki 28 yaşında vefat etmiştir, kaprislerinin bir eseri olarak telakki edilmiştir, haklı olarak. Ulema da, urefa da camiinin yapımına destek vermemiştir. Buna karşın hakikatte bir opus-magnum, bir şah-eser olan Sultanahmet Camii'nin güya kopyası iddiasındaki bu acul projenin acilen uygulanması yüzünden benzeri bir utançla ne İstanbul'un siluetine bir kabus çöksün, ne de gönüllerimizin tam da ortasına kara bir leke, diye istirhamda bulunurdum.
Fakat ben sadece bu ülkenin Başbakanına değil, bu ülkenin tüm insanlarına, tüm namuslu aydınlarına sesleneceğim. Henüz tümüyle yitirmediğimize inandığım Türkiye'nin Ruhu'na. Vicdanlarımıza.
Bir damla bir damla daha iki damla etmez, daha büyük bir damla eder, diyeceğim. Nârâ atmaya lüzum yok, ihtiyaç da. Hatta çığlığın bile yeri değil. Ama hiç değilse iniltimizi duyuralım. Gözyaşlarımızı çoğaltalım. Geliniz, siyasetin elindeki demirin sertliğini büyüyen gözyaşlarımızla yumuşatalım. Cesaretlerinin karşısına mizanı çıkaralım. Hikmeti. Hürmeti. İnsana. Eşyaya. Kuşa kurda. Dağa tepeye. Taşa toprağa. Hürmeti ve mehabbeti ve merhameti.
Sırf kendimiz için değil, artık bize katlanamayacak kadar yorgun hale gelmiş olan güzelim İstanbul için. İstanbulumuz için.
***
Mabedler yapıyoruz, huzuruna çıkmak için, sesimizi duysun diye. Sesini duyabilelim diye. Lakin sırf zahirde. Gerçek aşıkları, mabudlarının gerçek mabedinin gönül olduğunu, onun cemalinin kendilerine şahdamarlarından daha yakın bulunduğunu bilmezler mi, elbette bilirler. Ama ne farkeder, bilseler bile, onlar ona onun da beğeneceğini umdukları evler inşa etmekten kendilerini alamazlar. Mabedler. Mescidler. Camiler. Şapeller. Kiliseler. Havralar. Hep evler. Cemevleri. Dağ başlarına, tepelere, bazen en kalabalık, bazen de en tenha yerlere. Kuytuluk köşelere. Bazen mağaralara. İnlere. Sırf onun ismini anmak için. Lütfen bizden vazgeçme, diye ricada bulunmak için. Sen olmazsan bizler bu acılara katlanamayız, lütfen bizi terketme, diye istirham etmek için. Ama sade onun için. Sevgilinin hoşnutluğunu kazanmak için. Mabed işbu gayeye hizmetin mahsulüdür. İbadet de öyle. Hepsi de mabud için. Hepsi de sırf ona yaklaşıp yakınlaşmak için.
Hatırlanacak olursa, Efendimize (s.a) ilk seslenilen yer Hira'ydı. Onun mabedi bir mağaracıktı. Hani şu aman amanın simgesi. Küçücük. Daracık. Alemlere asıl rahmet o mağaracıktan yayıldı. Sade Ayasofya'dan, Selimiye'den, Sultanahmet'ten değil.
İbrahim'in yaptığı mabed, o muhteşem Kabe-i Muazzama, ağzına kadar putlarla doluyken, Ruh'ul-Kudüs o devasa yapıya, ne içine, ne çevresindekilere tenezzül buyurmayıp hemen yanıbaşındaki Cebel-i Nur'un tepesinde, küçük bir mağaraya inmeyi tercih etti. Abdullah'ın yetimine. Amine'nin yavrusuna. Hakk'ın cebri (Cebrail), cesametteki büyüklüğü ve heybeti değil de mânâdaki küçüklüğü seçti, yetimin sağ omuzundaki o küçücük mührün üzerine bûselerini kondurdu.
Biz bu yüzden aman diyoruz, ne dileyelim ey demir sahipleri, sizlerden sadece aman diliyoruz.
Bir budist derviş olaydım, hayvanların sırtlarını dağlar gibi, Çamlıca'nın omuzunu o çirkin dövmeyle dağlayacaklarının farkında bile olmayan ekabiri engellemek amacıyla ve hem de halkımı bu utançtan kurtarmak niyetiyle, hiç tereddüt etmeksizin, üzerime benzin döküp kendimi yakmak isterdim. Lakin hem itikadım, hem de hikmet'ten bu fakire nasib olan hisse böylesi bir itiraz biçimine izin vermiyor. O nedenle, bu toprakların haşarı çocuklarına vasiyetimdir, ben öldükten sonra, demir'i ve cesaret'i yumuşatmayı becerememiş bu yazının basılı olduğu sayfaları yakıp küllerini o kabus'un civarına saçsınlar!