Murat Sabuncu*
12 Mart 2012 Silivri... Saatler gece yarısına doğru ilerliyor. 50 hafta her çarşamba geldiğim kapının önünde daha bir heyecanlı bekliyorum. Meslektaşım, arkadaşım ve görüşmecisi olduğum gazeteci Nedim Şener birazdan tahliye olacak. Ortak arkadaşımız, aynı koğuşta kaldığı, meslektaşım Ahmet Şık ile birlikte dışarı çıkıyorlar. Sarılıyoruz... Eşleri, evlatları, arkadaşları oradalar. Sıkı sıkı sarılıyoruz. Arabama biniyor Nedim, eşi ve evladı. Yanı başımda oturuyor kızıyla şakalaşıyor. Evlerine güle oynaya gidiyoruz. O gün kendi kendime en yakınlarımın, çalışma arkadaşlarımın kâbusu bitti, şimdi içerideki diğer gazeteciler için mücadele vakti diyorum.
8 Aralık 2015 Silivri... Aradan 3.5 yıldan fazla zaman geçmiş... Öğlen vakitleri... Arkadaşlar, eşler, çocuklar yine “yüksek güvenlikli cezaevi”nin kapısındayız. Meslektaşlarım, arkadaşlarım Can Dündar ve Erdem Gül’ü ziyaret edeceğiz. İkisinin de görüşmecisiyim. Ancak bu hafta sadece Can’ı göreceğim. Antremanlıyım ben... İlk gelenlere yol gösteriyorum. Montlar, kemerler, ayakkabılar 3 kez çıkarılıp giyiliyor. Kabinlerde plastik eldiven giymiş görevlilerce “detaylı arama” yapılıyor. Göz retinası taraması yapılıyor. Şanslıyız açık görüş günü. Arkadaşımıza dokunacağız. Onu görebileceğimiz odayı işaret ediyorlar. Kapıdan giriyorum içeride eşi Dilek ile görüşmeye başlamış birkaç dakika önce. Kalkıyor sıkı sıkı sarılıyoruz. Sanki her gün toplantı öncesi odasına uğrayıp “Ne haber abi, bugün ne yapıyoruz” dediğim yayın yönetmeniyle birazdan yine özgürce haber ve hayatı konuşabilecekmişim gibi. Plastik yeşil örtülü masalar, plastik sandalyelerde oturuyoruz. Duvarların birinde tepeleri karlı yüksek dağların diğerinde palmiye ağaçları ile uçsuz bucaksız denizin süslediği fotoğraflar asılı.
Can yine şık. Ütülü gri pantolonu, boyalı siyah ayakkabıları, gömleği ve kazağıyla her zamanki gibi sekerek hızlı hızlı yürüyor. Tek fark biraz sakallarını uzatmış. Arkadaş, eş önemli ama oğluyla sarıldığı an dudağımı ısırıyorum. Baba oğul bir saate sıkıştırılmış görüşmede birbirlerinin elini hiç bırakmıyor.
Can’ın 35 yıllık arkadaşı Tahir Özyurtseven de çocukluk arkadaşı Tayfun Atay da az zamanın farkında heyecanla gazeteden bahsediyor. Koordinatörümüz Ayşe Yıldırm ise bu ilk görüşmede Can’ı yalnız bırakmıyor.
Gazeteyi, Türkiye’yi, hayatı konuşuyoruz. Dirençli, diri görüyorum arkadaşımı. Sadece kendisinin tutukluluğuyla ilgili değil. Türkiye’deki demokratik gelişmelerle de ilgili, başta Tahir Elçi ülkenin canını yakan gerçeklerle de... Bir ara kendi odasının çizimini yapıyor. Altta mutfak, tuvalet, önde birkaç adımlık havalandırma üstte üç yatak bulunan oda. Şikâyetçi değil ne yemekten ne başka bir şeyden... Ancak kimseyi görememek, hele hele yan hücrede kalan Erdem Gül ile bile hiç rastlayamayacağı düzenin kurulmasını yadırgıyor.
Görüşme alanında sadece Can ve biz yakınlarının bulunması beni de yadırgatıyor. Çünkü Nedim ile Ahmet’in açık görüşünün yapıldığı salonda en az yedi tutuklu bir arada açık görüş yapardı. Şimdi Can tek, Erdem tek. Bir önceki gün koğuşlarına giden koridorda Erdem ile karşılaşmışlar. İkisi de birbirine sarılmak için hamle etmiş izin vermemişler.
Bir saat çabuk geçiyor. En zoru arkadaşını bırakıp gitmek. Vedalaşıyoruz, selam söylüyor tüm dostlara, soranlara... Eşi Dilek güleryüzlü gardiyanlara “Can’ımıza iyi bakın” diyor. Aldığı yanıt hepimizin hoşuna gidiyor: Buradaki tüm canlara iyi bakıyoruz, merak etmeyin...
Cezaevinden çıkarken gözüm, gönlüm bu hafta göremediğim arkadaşım Erdem Gül’de... 1 Kasım’dan önce iki ay, Ankara’da neredeyse 24 saatimi birlikte geçirdiğim iyi gazeteci ama kocaman yürekli dostumda. Yakınlarıyla görüşüyorum. Tahir Elçi’nin eşine bir not yollamış. Hiçbir şeyden şikâyetçi olmamış.
Cezaevinden ayrılıyoruz. Kendi kendime “kıdemli bir görüşmecisin sen artık” diyorum. Hem arkadaşlarımın hem cezaevindeki tüm meslektaşlarımın en kısa zamanda özgürlüğe kavuşmasını diliyorum.
Bu yazı Cumhuriyet'te yayımlanmıştır.