Kültür-Sanat

Arzunun Serbest Dolaşımı | Ahmet Tulgar ‘dan yeni öyküler

Ahmet Tulgar, Arzunun Serbest Dolaşımı’nda bir araya gelen öykülerinde aşkları, ihanetleri, utangaç beğenileri, insanın kendine karşı duyduğu hayranlığı ve husumeti anlatıyor

20 Eylül 2021 16:13

T24 Kültür Sanat

 Gazeteci ve yazar Ahmet Tulgar’ın 12 öyküden oluşan yeni kitabı, ‘Arzunun Serbest Dolaşımı’ çıktı. Çiğdem ve İşçi Sınıfı, Çırak, Golf, Pazar Ekonomisi, Tülin Memduh Kemal, Tutarlı İfade, Gençlik Apartmanı, Eller.. Eller… Eller…, Ostinato, Huzurevi, Deprem ve Eğlence Kültürü isimli öykülerde Tulgar, insanın kendine karşı duyduğu hayranlığı ve husumeti de anlatıyor.

 Uzun yıllar gazetecilik yapan ve deneme, söyleşi, roman ve öykü dalında 14 kitabı yayımlanan Ahmet Tulgar’ın son kitabı ‘Arzunun Serbest Dolaşımı’, İletişi Yayınları arasında çıktı.

İletişim Yayınları’nın ‘Arzunun Serbest Dolaşımı’ için paylaştığı tanıtım metni şöyle:

 “Şefler işçi sınıfına devrimdeki öncülüğünü teslim ettikleri konuşmalarında bile işçilerden biraz küçümsermiş gibi bahseder, onlara soğuk sandviç ve meyve sulu kumanya taşır gibi siyasi bilinç taşımaktan söz ederlerdi. Bugün baktığımda bana bir çeşit orta sınıf hayırseverliği gibi geliyor onların işçilere bu yaklaşma biçimi.” Ahmet Tulgar, Arzunun Serbest Dolaşımı’nda bir araya gelen öykülerinde aşkları, ihanetleri, utangaç beğenileri, insanın kendine karşı duyduğu hayranlığı ve husumeti anlatıyor. Bazen bir apartmanın tekdüzeliğinde, bazen kendine has bir neşeyle dolu dükkân önlerinde, bazen aile evlerinin her gün bir seremoni gibi tekrarlanan yaşama uğraşlarının içinde, bazen dünyayı güzelleştirme mücadelesinin ortasında, bazen de memleket gündeminin toza ve kire buladığı havanın tam ortasında kendini var eden bu öykülerin kahramanları ise yaşadıkları her şeye rağmen hayatın içerisinde yer almaktan hiç korkmuyorlar. Arzunun Serbest Dolaşımı, zamanla, mekânla ve hayatın koşulsuz kabul etmemiz gerekirmiş gibi bir kibirle sunduğu anlarla didişen öyküler..”

Kitaptan tadımlık

Çiğdem ve İşçi

 “Sınıfı Gazeteler, televizyonlar “fahişe” diye bahsediyor ondan, “fuhuş yapıyormuş” ya da “fuhuş yaparken” diyorlar. Arkadaşlarımız politik doğruculuklarını uygulayacak bir konu buldular, eskilerden tek görüştüğünün ben olduğumu bildikleri için olayın aslını öğrenme umuduyla aradıklarında “seks işçisi” teriminden şaşmıyorlar. Şefler aralarında “orospu” sözcüğünü kullanıyordur muhtemelen. Yeniden ve yeniden, bugün artık ölmüşken bile, intikam için olmasa da –belki de intikamdır– hâlâ onu dışlayabilmenin zevkini son bir kez tatmak ya da eski şanlı günlerinde sahip oldukları ve bol keseden yararlandıkları soğan başı iktidarlarını hatırlamak için.

 Mini şort, sivri topuklu çizme, payet büstiyeriyle taranan grev çadırlarının arasında yatan cesedine bakıyorum. Haberleri okuyorum. Televizyondan izliyorum. Kocası susuyor, herkes susuyor, ben susmayacağım.

 Çiğdem, örgütün en güzel kızıydı. Birbirleriyle irtibatını kaybetmemiş ve eski günlerin yoldaşlığının parodisi olarak yılda bir kez bir meyhane ya da vakıf lokalinde bir araya gelen –benim hâlâ görüştüklerim bu gruba dahil değil- 8 dir, biz eskimiş bir hüznün hatırlanması ya da yüceltici bir nostalji duygulanması, çoğunlukla da gündelik hayatın, ertesi günün programının hızla bir kez daha düşünülmesi, bu programın güvencesine sığınılması için bir dakikalık bir imkân sağlayan bir saygı duruşu ile başlayıp, mikrofonu kapanın sık sık teklediği bir şiir okuduğu ya da çokça rötuşlanmış bir anı, bir anekdot anlattığı, alkolden pelteleşmiş dillerle topluca ve detone söylenen önce birkaç marş, sonra türkü, bunların ardından da sanat müziği şarkılarıyla sonlanan bu ayinsel toplantıları, rüküş ve bayağı buluruz– eski tüfeklerin, evet, onların bu parodik gecelerinin birinde bir anket yapacak olsanız kadını, erkeği örgütün en güzel kızının Çiğdem olduğu cevabını verirdi.

Yurdun kantininde bir köşeye oturur, şeflerin, Çiğdem kumral ve gür, dalgalı saçlarını ensesinde bir lastikle boğmuş –bu boğumun hemen dibinde yine savrulur genişlerdi bu kuyruk– yeşil gözleri ışıl ışıl kapıdan girdiğinde nasıl sakar bir maşist jestle iskemlelerinde doğrulduklarını izler, kıkırdardık birkaç kız.

 Ama belki üstüne üstlük bir de en gözüpek kızıydı Çiğdem örgütün. Güzelliğinden gözlerini alamayan polislerin yanından elindeki poşette ya da omzundaki çantasında, bazen de belinde, bir tabanca, zarifçe kırıtarak, renk vermeden geçer, eylem anında tabancayı ona yanaşan erkek militana uzatıverirdi. Sonraları şefler onun da tabanca çekmesine izin verir olmuşlardı eylemlerde.

 Grev çadırları tarandığında elbette elinde taşıdığı ya da altın kaplama zincirle omzuna astığı clutch tipi çantada hiç olmazsa 6.35’lik bir Baretta olsaydı ama, o bile yoktu.

Gençlik yılları hızla geçti. Örgüt feshedildi. Çiğdem şeflerin fesih kararından iki yıl önce örgütten atılmıştı. Erkan da. Örgüt feshedilene kadar ikisinden de haber almamıştım. Merak ettiğim sadece Çiğdem’di ama.

  Hemen hepimiz küçük burjuva ailelerinin çocuklarıydık. Aramızda tuzu iyice kuru olanlar da vardı. Örgüte adrenalin için ya da ailelerimizin tekdüze hayatına bir isyan olarak, elbette başka başka, kompleks sebeplerle de katılıyor, Marksizmin ikna gücü ve önümüzde açılan kızıl ufkun kamaştırıcı cazibesiyle gözlerimizi karartıyorduk. “Marksizm,” diyorum ama işçi sınıfıyla bir ilişkimiz yoktu. Yıllarca örgütte devrim peşinde helak olup da bir kez bir işçiyle oturup konuşma imkânınız, belki isteğiniz ya da hevesiniz de olmamış olabiliyordu. Şefler işçi sınıfına devrimdeki öncülüğünü teslim ettikleri konuşmalarında bile işçilerden biraz küçümsermiş gibi bahseder, onlara soğuk sandviç ve meyve sulu kumanya taşır gibi siyasi bilinç taşımaktan söz ederlerdi. Bugün baktığımda bana bir çeşit orta sınıf hayırseverliği gibi geliyor onların işçilere bu yaklaşma biçimi. Çiğdem, bunları sonrasında çok daha derinden ve sarsıcı yaşamış olmalı. Şimdi onun ardından böyle düşünüyorum.

 Sarı sendikalarda bir makam kapmış ya da en soldan en sağa geniş bir yelpazedeki siyasi partilerden birinden hasbelkader milletvekili seçilmiş birkaçının dışında eskilerin hemen hepsi örgütün feshinden sonra hızla ekonomik sisteme haliyle düzene ayak uydurmuş, birçoğu o pek sevilen deyimle köşeyi dönmüştü. Şimdi acı acı gülümseyerek, “Sadece Çiğdem işçilerle ilişki kurmuş. Hem de ellisinde bile, hâlâ,” diyorum ve evet, kutluyorum arkadaşımı. Anısı önünde de saygıyla eğiliyorum. Ve bunu, o bir zamanlar mangalda kül bırakmayan, şimdiyse içlerinden biri sağ hükümetten yağlı bir devlet ihalesi bile almış olan sakar şeflerimizin suratına haykırmak istiyorum.

 Çiğdem’in sevgilisi Erkan aileden zengindi. O yıllarda birçok zengin çocuğu katılırdı örgüte ya da genel olarak sol harekete. Şefler bu durumu “sınıflarına ihanet ediyor bu çocuklar” diye fiyakalı bir tanımla olumlardı. Evet, Erkan ül- 10 kenin en zengin ailelerinden birinin veliahtıydı. Fazla ortalıkta görünmedikleri, gazetelere çıkmayı pek sevmedikleri için her daim hayatları ve servetleri bir sisle örtülüydü bu ailenin. Çiğdem de bir dönem bu sis perdesinin ardında unutuldu. Arada bir yine de hatırlardım ben. Başka hatırlayanlar da olmuştur tabii ki. Ama bir tek beni aradı buldu o, örgütün feshinden birkaç yıl sonra. Fesihe kadar zaten beni de aramaktan çekinmiş. Öyle demişti.

 Erkan çok da yakışıklıydı. Bayılırdık ona biz, birkaç kız. Ama Erkan, Çiğdem’i seçmişti, Çiğdem de Erkan’ı. Yıllar sonra yeniden buluştuğumuzda, artık evliydiler. Çiğdem birbirlerine daha örgütteyken ilk görüşte âşık olduklarını söylemişti bana o buluşmamızda. Ben öyle iki tarafın birbirine ilk görüşte âşık olması gibi işlere inanmam. Hep biri daha fazla sever. Onların da ilişkisinde durum buydu. Bazen Erkan daha çok sevdi, Çiğdem daha az, bazen de Çiğdem daha çok, Erkan daha az. Takip edebildiğim kadarıyla onlarınki de dalgalı bir evlilikti. Ama onlarınkinde dalgalar çok yüksekti. Her düşüşte Çiğdem beni arar, buluşurduk. Sonra da işte on senelik bir sessizlik girmişti araya yine. Şöyle başlamıştı öncesinde: Fesihten iki yıl önce şeflerden biri onları yurt nöbeti sırasında öpüşürken yakalamıştı.

 Örgütte bu ilişkiler hoş görülmez, taraflardan özeleştiri beklenirdi. Sonra da bu kişiler örgüt içinde farklı birimlere gönderilirlerdi. İkisi de özeleştiri vermeyi reddetti. Atıldılar. Ama sonradan hiç sözü edilmeyen, üzerine hiç konuşulmayan diğer atılmalar gibi gelmemişti bana bu ikisininki. Şefin o gece çoktan deşifre olmuş o yurtta işi neydi mesela, değil mi? Sonrasında kulak misafiri olduğumuzda bazı şeflerin Çiğdem’in ilk günlerden itibaren hafifmeşrep bir kişilik sergi- 11 lemiş olduğunu söylediklerini duyardık. Onu unutamıyor, “mebzul miktarda burjuva ya da küçük burjuva zaafı taşıdığı” tespitini yapıyorlardı bir kez, bir kez daha. En trajik olaylara giden yollarda bile böyle komikliklerin bulunuyor, böyle gülünç laflara rastlanıyor olması ne acıdır. Yani bulup çıkarıyor olmamız bunları, hatırlarken. Çiğdem’in kanlar içindeki güzel cesedine baktıkça içim sızlıyor, acı çekiyorum ama şeflerin bu duygusal ve seksüel sakarlıklarını, ortaya çıksa belki de normal karşılanacak arzularını kamufle etmek için kullandıkları bu basit politik kavramları hatırladıkça da gülmeden edemiyorum. Erkan sonraki iki yıl içinde kısa bir tutukluluk geçirmiş, çıkınca da işletme fakültesini bitirmişti. Çiğdem de siyasalı. Yine o ilk buluşmamızda Çiğdem çalışmadığını, evde oturduğunu, çalışacak olsa bunun kendisine bile komik geleceğini söylemişti. Erkan hızla babasının işlerini devralmaktaymış. Utanır gibi bir ifadeyle, yüzünü buruşturarak, “Para içinde yüzüyorlar,” demişti arkadaşım, kendini katmadan. O on yıllık sessizlik kırk ile ellinci yaşlarımız arasını kapsadı. Sonra yolda rastladım ona bir gün. Stretch bir jean, sivri topuklu terlik pabuçları nedeniyle –topuklarının kaldırımdaki tıkırtısı dikkatimi aşağıya çekmişti, yoksa arkadan bile tanımam kuvvetle muhtemeldi onu, yine ensesinde boğduğu saçlarına bakmış olsam mesela hemen– onu tanıyamamıştım.

 Bir iş için şehrin kentsel dönüşüm geçirmekte olduğu bir semtine gelmiştim o gün. Çevrede şantiyeler kuruluydu. İnşaatlarda işçiler yaz günü, kimi yarı çıplak, kan ter içinde çalışıyordu. Önümde açıkçası pek bayağı bulduğum bir kıyafet içinde yürüyen kadın, bir an durup sigara yakma bahanesiyle karşı inşaattaki işçileri süzmeye başladı. İşte ancak o sırada tanımıştım onu, profilden görünce. 12 Sarıldık ve hemen bulunduğumuz kaldırım üzerindeki bir kafeye girdik. Yorgun, hüzünlü ve hâlâ çok güzeldi. O ağır makyajın altında bile. Ona bu semtte rastlamış olmak beni şaşırtmıştı. “Seni işinden alıkoymuyorum, değil mi?” diye sordum. “Hayır, zaten inşaatların paydos etmesine daha çok var,” dedi gülümseyerek. Gülümsemesinin sebebini anlamamıştım. “Nasıl, Erkan’ı mı bekliyorsun? Bu inşaatlarla da mı ilişkisi var Erkan’ın?” diye sordum bu defa. “Hayır, Erkan çok daha büyük oynuyor. Belediyeler kesmez onu. Devletle, hükümetle onun ilişkileri. İnşaatlarla benim ilişkim var, daha doğrusu işçilerle,” diyerek aniden bir kahkaha savurdu. Ben onun ne demek istediğini çözmeye çalışırken, başını önüne eğdi, alttan doğru, fısıldamadan biraz daha yüksek bir sesle, “On senedir benimle olmak isteyen işçilerle yatıyorum,” dedi. Şaka yapmadığını hemen anladım ve ilk sorum, öncesinde sorulması gereken soruları ertelemek amacı taşıyormuşçasına, “Korunuyor musun bari?” oldu. “Tabii de, işçiler senden benden daha temiz, en azından Erkan ve arkadaşlarından,” diye karşılık verdi. Sonra anlattı. “Erkan’la evlendikten sonra öyle şeyler gördüm, öyle şeylere tanık oldum ki, sonunda bu yola girdim işte. Gerçi bizim şefler de sütten çıkmış ak kaşık değildi ama emek sömürüsünün, insanları ezmenin ne olduğunu esas Erkan’ın ailesinin içinde anladım. Örgütten atılmamış olsaydım sonrasında da Marksizme, devrim fikrine böyle bağlı kalır mıydım, bilmiyorum. Ama bir kere Marksist olunca, sonrasında bırakamıyorsun galiba. Neyse, yaşlılığın izlerini bedenimde ilk kırk 13 yaşındayken fark ettim. Biraz geç, değil mi? Öncesinde pek dikkat etmemişim. Etmezdim yani. İşte o zaman karar verdim. İşçiler için bir şey yapacaktım. Güzelliğim elden kayıp gitmeden. Bu kadar netti kararım. Erkan’ın iş yapacağı adamlarla yemekli, bazen de içkili toplantılara beni de götürmesinin sebebini anlardım. Farkında olmadan cazibemi kullanmış bile olabilirim bu kalantorlar karşısında. Ya da kullanılmış. Erkan tarafından.

 Bu durum, yani bu bir zamanlar kendisinin de çokca telaffuz ettiği ifadelerle ‘halk düşmanı, kan emici’ heriflerin sofralarına Erkan tarafından böylesi bariz bir amaçla sürüklenmek bende nefret uyandırıyordu. Ama elbette işçilerle yatmaya başlayana kadar Erkan’dan başkasıyla olmadım. Tam tersine bir erkekle yatma fikri bile handiyse dayanılmaz olmuştu benim için. Şimdi hoşuma gidiyor işçilerin ilk ya da son kezmiş gibi bir şehvetle benimle seviştikten sonra giyinir ya da pantolonlarını çekerken, yüzlerinde parlayan bir özgüven, bir gurur saptadığımda.” Bir süre karşı inşaatta çalışan işçilere bakıp kahvelerimizi yudumladık. Çiğdem gülümsüyor gibiydi yeniden yüzüne baktığımda. O zaman o da bana döndü ve devam etti: “Bir zamanların masumiyetini geri kazanmak için başka bir yol bulamadım. Takdir edersin ki Türkiye’nin en zengin ailelerinden birinin gelini için, üstelik bu aileye gelin gitmek için örgütten atılmaya razı olmuşsa, kısıtlı sayıda yol vardır. O özlediğim masumiyete, eski masumiyetimize ancak işçi sınıfıyla, çevremdekilerin de öğrendiğinde o pek gururlandıkları burjuva hayırseverliğine, eski örgüt arkadaşlarımızın da bunun orta sınıf versiyonuna sığdıramayacakları bir biçimde ilişki kurduğumda ulaşabilirdim tekrar. Öyle başladım. Son on senedir sık sık gündüz vakti inşaatların karşı kaldırımlarında, akşamları paydoslarda şantiyelerde, geceleri vardiya değişimlerinde fabrika önlerindeyim anlayacağın.” 14 “Tek dikkat etmem gereken, aralarından birine âşık olmamak. Bu eylemime ihanet olurdu,” diye ekledi sonra da. Grev çadırları Erkan’ın ailesinin fabrikalarından birinin önüne kurulmuştu. Grev aylardır sürüyormuş. Grev nöbetçisi önlüğü giymiş işçinin cesedi Çiğdem’in cesedinin az ilerisinde yatıyor. Çadırların içindeki durumu bilmiyoruz. Yaralananlar varmış. Çiğdem’in clutch tarzı siyah rugan çantasından kimlik çıkmamış. Onu fotoğraftan, kamera görüntülerinden tanıyan herkes farklı sebeplerden susacak. Ben konuştum.”

 

 

Ahmet Tulgar kimdir?

 T24 Haftalık’ yazarı da olan Ahmet Tulgar, 1959 yılında İstanbul’da doğdu. Çok sayıda gazete ve dergide yazdı. Makale ve denemeleri Şehrin Surlarındalar (1992), Tam Yakalandığımız Yerden (2004), Ne Olmuş Yani? Korsan Yazılar (2005), Ben Onlardan Biriyim (2007), Diller Çehreler Barış (2010), Henüz Zaman Var (2013); söyleşileri Mahallede Herkes Kahramandır (2004) adlı kitaplarda toplandı.

 Evsiz Ülke Hikâyeleri (1989), Birbirimize (2009), Duygusal Anatomi (2015), Trajik Nüans (2016), Bakmadığınız Bir Yer Kalmıştı (2018) adlı beş öykü kitabı; Volkan’ın Romanı (2006), Çocuklar ve Canavarları (2012) adlı iki romanı yayımlandı.

 Öyküleri ve makaleleri Almanca, İngilizce, Fransızca olarak çeşitli yayın ve derlemelerde yer aldı. Volkan’ın Romanı, 2013’te Makedonya’da Romani i Vollkanit adıyla Arnavutça olarak yayımlandı.

Künye | Arzunun Serbest Dolaşımı

Yazar: Ahmet Tulgar

Yayınevi: İletişim Yayınları 1. Baskı: Eylül 2021

Sayfa: 138

Editör: Emre Bayın

Kapak Tasarımı: Sedat Mit

Kapak: Sedat Mit

Uygulama: Hüsnü Abbas

Düzelti ve Dizin: Büşra Bakan