27 Ekim 2014 11:52
Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden Yard. Doç. Mehmet Karlı Meclis'e gönderilen iç güvenlik yasa teklifinin en önemli unsurlarından biri, Ceza Muhakemesi Kanunu’ndaki (CMK) şüphelilerin üstünün, konutunun, işyerinin aranma şartlarını düzenleyen 116. Maddesindeki şartları yumuşatması olduğunu belirterek, "Yasanın mevcut halinde bu yönde bir arama kararı çıkarılabilmesi için ‘suç delillerinin elde edilebileceği hususunda somut delillere dayalı kuvvetli şüphe’ olması gerekiyor. Teklif ile ‘somut delillere dayalı kuvvetli şüphe’ yerine ‘makul şüphe’ yeterli sayılıyor" dedi.
Radikal Gazetesi'ne iç güvenlik yasa tasarısını değerlendiren Mehmet Karlı, "14 Ekim yasa teklifinin en önemli unsurlarından biri, Ceza Muhakemesi Kanunu’ndaki (CMK) şüphelilerin üstünün, konutunun, işyerinin aranma şartlarını düzenleyen 116. Maddesindeki şartları yumuşatması. Yasanın mevcut halinde bu yönde bir arama kararı çıkarılabilmesi için ‘suç delillerinin elde edilebileceği hususunda somut delillere dayalı kuvvetli şüphe’ olması gerekiyor. Teklif ile ‘somut delillere dayalı kuvvetli şüphe’ yerine ‘makul şüphe’ yeterli sayılıyor" dedi.
Türk yargı tarihi yargıçlarımızın neleri ‘makul’ bulabildikleri yönünde müstesna örneklerle dolu iken, bu yöndeki bir değişiklik haklı olarak özel hayatın korunması açısından kaygı yaratıyor. Değişikliği daha da ironik kılan ise yasaya ‘somut delillere dayalı kuvvetli şüphe’ ifadesini bundan daha 7 ay önce, 21 Şubat 2014’te kabul edilen kanunla yine AKP hükümetinin koymuş olması. 17 Aralık ve 25 Aralık soruşturmalarının gündemin başında olduğu, bakanların çocuklarının evlerinde aramalar yapıldığı dönemde, AKP hükümeti yasanın bir önceki halinde bulunan ‘makul şüphe’ ifadesini yeterli bulmamış ve arama yetkisini sınırlamak için ‘somut delile dayalı’ olma şartını eklemişti. 17 Aralık ve 25 Aralık soruşturmalarının kapatılmış olması ile 7 aylık ‘somut delil’ uygulamasının sonuna geliyor ve bu 21 Şubat öncesine dönüyoruz.
Avukatların soruşturma dosyasına ulaşım hakkı yeniden kısıtlanıyor
Kanun teklifi ile getirilen bir diğer önemli değişiklik de avukatların soruşturma evrakına ulaşım hakkına yönelik. Mevcut CMK’nın 153. Maddesi gereği savunma hakkının bu önemli parçası sınırlanamazken, teklif ile, ‘soruşturmanın amacını tehlikeye düşürebilecek’ durumlarda bu hakkın sınırlanabileceği öngörülüyor. Bu adım da tıpkı arama konusunda olduğu gibi Şubat 2014 öncesine dönüş içeriyor. Şubat 2014’ten önce tam da bu yönde bir sınırlama CMK’da bulunuyordu ve verilen keyfi sınırlama kararları savunma hakkını ciddi biçimde ihlal ediyordu. 17 Aralık ve 25 Aralık soruşturmaları ile bu ihlallere aniden ilgi duymaya başlayan hükümetin ilgisi artık tükenmişe benziyor. Teklif yasalaşırsa birçok soruşturmada savunmanın soruşturma dosyasına ulaşım hakkının sınırlanacağını tahmin etmek için müneccim olmak gerekmiyor.
Soruşturma sırasında ‘elkoyma’ yetkisi genişletiliyor
14 Ekim teklifi, CMK madde 128’te düzenlenen, soruşturma sırasında şüpheli veya sanığın taşınmazlarına, alacaklarına ve genel olarak haklarına el koyma tedbirinin uygulama alanını genişletmeyi amaçlıyor. Bir başka deyişle daha hakkında hüküm bulunmayan kişilerin mal varlıklarına bir soruşturma veya devam eden yargılama nedeni ile tedbir konulmasını kolaylaştırıyor. Bu tedbir, mülkiyet hakkını ciddi sınırlaması hasebiyle, sadece madde 128’te sayılan suçlar için uygulanabiliyor. İşte bu teklif ile “Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçların” tamamı da bu kapsama alınıyor. Galatasaray Üniversitesi’nden Ceza Hukuku uzmanı Dr. Gülşah Kurt’un Radikal gazetesine verdiği görüşte de belirttiği üzere bu değişiklik bu hükmün önümüzdeki günlerde ‘paralel yapıya karşı mücadele’ adı altında Gülen Cemaati ile bağlantılı işadamlarına karşı kullanılma ihtimalini akla getiriyor.
Teklif ile Türkiye’nin gündeminden hiç düşmeyen telefon dinlemeleri yeniden tartışma konusu olacak gibi gözüküyor. Aynı yukarda özetlenen ‘elkoyma’ durumunda olduğu gibi, tüm telekomünikasyon iletişiminin takibi (CMK 135), gizli soruşturmacı atanması (CMK 139) veya teknik takip yapılması (CMK 140) gibi tedbirlerin uygulanabileceği suçlar listesi genişletiliyor. Anlayacağınız artık bir soruşturma kapsamında telefonunuzun dinlenmesi, mesajlarınızın takip edilmesi, işyerinizin dinlenmesi, polis tarafından takip edilmeniz daha kolay hale geliyor.
Teklifin bir diğer ilginç adımı ise Türk Ceza Kanunu madde 106’te düzenlenen tehdit suçuna getirdiği değişiklik. Teklif yasalaşırsa, eğer tehdit fiili bir kamu görevlisine karşı ‘yerine getirdiği kamu görevi nedeniyle’ işlenirse bu durum ağırlaştırıcı bir neden sayılacak ve iki yıldan beş yıla kadar hapis cezasına hükmedilebilecek. Dr. Gülşah Kurt’un da belirttiği üzere zaten memura karşı mukavemet müessesesi ile korunan kamu görevlileri bir de bu ağırlaştırılmış tehdit kalkanına kavuşacak.
Bu yeni düzenleme aklımıza hemen Fevziye Cengiz olayını getiriyor. Cengiz 2011 yılında İzmir Karabağlar Polis Merkezi’nde dört polis memuru tarafından feci şekilde dövüldü. Durumu özel kılan ise bu sefer işkence görüntülerinin medyaya sızması oldu. Devam eden yargılamada dayağı atan polis memurları için savcı bir (evet 1) yıl, dayağı yiyen Cengiz için ise 8 yıl hapis talebinde bulundu! Savcıya göre polislerin dayağı işkence değil iken, Cengiz hem onlara hakaret ettiği hem de direndiği için 8 yıla kadar ceza almalıydı. Ne de olsa dayak atan polis memurları akabinde makul bir doktor bulmuşlar ve ‘kollarının ağrıdığına’, ‘elleri çizildiğine’ dair rapor dahi almışlardı. İşte şimdi Fevziye Cengizlerin veya benzer bir örnek olan Fuat Şengüllerin işledikleri(!) suçlar listesine bir de ağırlaştırılmış tehdit eklenebilir.
Başbakan Yardımcı Bülent Arınç’ın verdiği müjdelerin başında polisin olaylara müdahale yetkisinin artırılması geliyor. Yeri geldiğinde göstericiyi doğrudan hedef alarak gaz fişeği atacak, göstericileri doğrudan hedef alarak ateş edecek ve bunlara rağmen her daim cezasızlık zırhı ile korunacak, hakkındaki soruşturmalar yargılamalar hep sürüncemede bırakılacak kadar özgür olan güvenlik kuvvetlerimiz daha ne kadar özgürleştirilecek şimdiden kestirmek zor.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) bu konuda yaptığı açıklamada da belirttiği üzere zaten 2007 yılında Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nda (PVSK) yapılan değişiklikle polisin silah kullanma yetkisine getirilen sınırlamalar belirsizleştirilmiş durumda. TİHV, bu belirsizlik sonucu, o tarihten bu yana polisin silah kullandığı olaylarda tam 175 kişinin hayatını kaybettiğini belirtiyor. Mevzuatın bu hali bile başlı başına Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) yaşam hakkını koruyan 2. Maddesine aykırılık teşkil ederken, yapılacak yeni düzenlemeler ile nereye yöneleceğimiz ciddi bir merak konusu.
Başbakan Davutoğlu’ndan öğrendiğimiz kadarıyla iç güvenlik reformunun önemli yapıtaşlarından bir tanesi de polise 24 saat gözaltı yetkisi verilmesi olacak. Davutoğlu mevcut durumun toplumsal olaylar sırasında güvenlik zafiyeti yarattığını iddia etti. Mevcut durumda hangi düzenlemenin bir güvenlik zafiyeti yarattığını anlamak zor. CMK hükümleri uyarınca kolluk kuvvetleri savcıya veya amirlerine ulaşma durumu olmayan durumlarda zaten yakalama yapabiliyor. Yakalamayı yaptıktan sonra kendilerinden talep edilen ise Cumhuriyet Savcısını derhal bilgilendirmeleri. Gözaltına karar veren makam da savcılık.
Eğer Davutoğlu’nun bahsettiği düzenleme kabul edilirse polise yakaladıklarını savcıya haber vermeden 24 saat alıkoyabilme yetkisi verilecek. TİHV’nin de açıklamasında belirttiği üzere bu adım pratikte gözaltında geçen ilk 24 saatin yargısal denetimin dışına çıkması anlamına gelecektir. Mevcut durumda savcı, yargıç denetimi varken dahi birçok işkence vakası yaşanırken, ilk 24 saati yargısal denetimden kaçırılmış bir gözaltı kurumunda işkence vakalarının artması kesinlikle sürpriz olmayacaktır.
Davutoğlu konuşmasında molotof kokteyline özel bir yer ayırdı. Bu konuda hakimlerin takdir hakkını sınırlayacaklarını belirtti. TCK’daki mevcut düzenleme ‘silahı’ tanımlarken özel olarak Molotof kokteyline bir gönderme yapmıyor. Anlaşılan hükümet tanımlar kısmında Molotof kokteyline spesifik bir gönderme yaparak hakimlerin bu konuda takdir hakkını sınırlayacak. Bu değişiklik yine Davutoğlu’nun açıkladığı ‘silahlı olarak gösterilere katılmanın cezasının arttırılacağı’ bilgisi ile beraber okunduğunda, elinde Molotof kokteyli ile bir gösteride yakalananların cezasının önemli oranda artacağı sonucunu çıkarabiliriz.
Hiç kimse Molotof kokteylinin barışçıl bir ifade biçimi olduğunu iddia etmeyecektir. Ama sanki yapılan teşhiste bir hata var. Gerçekten de Türkiye’de elinde Molotof kokteyli ile bir gösteride yakalananlar hafif cezalara mı maruz kalmaktadır? Gerçek hiç de böyle değildir. Bu tarz gösterilerde bu şekilde yakalananalar hemen bir şekilde bir örgütle ilişkilendirilmekte, faaliyetleri hemen ‘terör’ kategorisi altına sokulmakta ve bir anda haklarında istenen cezalar onlarca yıla ulaşmaktadır. Bu konuda Türkiye’de cezasızlık sorunu yaşandığı iddiası temelsizdir.
Molotof kokteyline yönelik cezalar bahsinde aklımıza gelen trajik bir örneği de burada hatırlatmalıyız. Birçok kişi Ali Deniz Kılıç ve Baran Nayır davasını hatırlayacaktır. Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) üyesi bu iki genç 2009 yılında Ümraniye’de bir basın açıklamasına katılmaya çalışmış, polisin müdahalesi sonucu da olay yerinde yakalanmışlardır.
Polis yakalandıkları sokakta bulunan bir torba Molotof kokteylinin bu gençlere ait olduğunu iddia etmiş ve her ikisi hakkında da silahlı örgüt üyeliği ve tehlikeli madde bulundurmaktan 29 yıl hapis cezası talep edilmiştir! Daha da kötüsü bu iki genci kokteyller ile ilişkilendiren hiçbir delil yoktur. Polisler suç üstü yaptıkları yolunda bir ifade verememişlerdir. Molotof kokteyli şişeleri ve torba üzerinde yapılan -ve inanılmaz şekilde tam bir buçuk sene süren- parmak izi incelemesi sonucu ikisinin de parmak izine rastlanmamıştır. Ama bu kendilerinin iki buçuk sene boyunca tutuklu yargılanmalarını engellememiştir.
Sonuçta 2013 başında verilen kararda bu iki gence Molotof suçlaması yapıştırılamamış ama ‘örgüte üye olmadan örgüt adına suç işlemek’ fiili yaratılarak haklarında 4 yıl 7’şer ay hapis cezasına hükmedilmiştir. Yolda bulunan, sahibi belli olmayan Molotof kokteylleri için dahi böyle karakuşi cezalar verilirken sorunun cezaların yetersizliği olduğunu iddia etmek abes kaçmaktadır.
Açıklamalardan anlaşılan bir diğer konu da toplantı ve gösterilere maske ile katılmanın suç haline getirileceğidir. Bu konuda da Almanya örneğine gönderme yapılmaktadır. Türk-Alman Üniversitesi’nden kamu hukukçusu Berke Özenç’in Bianet sitesinde yayınlanan yazısında da belirtildiği üzere evet Almanya’da böyle bir hüküm vardır. Lakin bu hüküm Alman içtihadında sadece belirli bir amaca yönelik olarak –kimlik gizlenmesi kastı- ve dar yorumlanmaktadır.
Güneş gözlüğü, üstüne bere, üstüne kapüşon takılması bile bu kapsamda değerlendirilmemiştir. Daha da önemlisi başta Alman Anayasa Mahkemesi olmak üzere Alman yargısı toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını aynı seçimlere katılmak gibi temel bir siyasal katılım hakkı olarak görmekte ve bu hakka getirilen sınırlamaları sıkı denetime tabi tutmaktadır.
Türkiye’de ise durum tam tersinedir. Hükümet yürüyüşleri engellemek için tüm bir şehrin ulaşımını durdurmakta dahi bir beis görmemektedir. Benzer şekilde tamamen barışçıl dahi olsa birçok gösteriyi polis dağıtmakta ve bunu yaparken aşırı güç kullanmakta, suimuamele yasağını aşacak oranda zehirli gazlara tevessül etmektedir. Bu durumda asıl kolluk kuvvetlerinin davranışı bir insan hakkı ihlali teşkil ederken, getirilmesi düşünülen uygulama ile sadece kendisini korumak için yüzüne mendil tutanlar, ağızlarına maske takanlar dahi cezalandırılabilecektir. Böyle bir hüküm olsa idi tüm Gezi olayları sırasında nasıl uygulamaya geçirilmeye çalışılmış olacağını tahmin etmek hiç de zor değildir.
Başbakan’ın açıklamalarında özel bir yer de sosyal medyaya ayrıldı. Davutoğlu sosyal medyanın şiddet çağrısı için kullanılmasına engel olacaklarını söyledi. Daha yakın tarihte Twitter ve Youtube yasakları ile dünya gündemine gelmiş bir ülkede bu konuda yetkilerin darlığından şikayet etmek akıllarda soru işareti yaratıyor. Tabii ki kimse şiddete çağrıyı onaylamıyor ama neyin şiddete çağrı içerdiği ve bunun sonucunda nelerin yasaklanması gerektiği konusunda ciddi bir tartışmamız bulunuyor.
Başbakan Davutoğlu’nun şu sözleri dikkat çekici: ‘Tabii ilgili şirketler temel kurallara riayet ettiklerinde temel amaç, sadece o tweetlere dönük (şiddet çağırısı içeren tweetler) veya sanal ortamda kullanılan ifadelere dönük tedbirler olacak. Ama yaygın şiddet eylemine dönüşen durum söz konusu olduğunda sanal ortamla da ilgili gerekli tedbirler alınacak.’ Bu açıklamalarda kasıt yaygın şiddet olayları olduğunda tüm sanal ortamları kapatma yetkisi ise ortada büyük bir sorun vardır. Bu tarz bir müdahale başta insan haklarının temel ilkelerinden olan müdahalenin orantılılığı ile örtüşmeyecektir. Bu mantığın uç noktası yaygın gösterileri bahane ederek tüm İnternet bağlantısını kesmeye kadar gidecek bir süreçtir.
Hangi ifadenin şiddet içerdiği konusundaki Türk yargısının geçmiş örnekleri de iç açıcı değildir. Gezi olayları akabinde İzmir’de 5 Haziran 2013’ten itibaren bir Twitter soruşturması başlatıldı. Soruşturma kapsamında 38 kişi gözaltına alındı. 29 kişi 3’er yıl hapis talebi ile yargılandı. Bu dava kapsamında bazı sanıkların sadece tıbbi müdahale noktalarını belirten tweetleri dahi suç delili kabul edildi. Daha da ötesi birbirlerine tweet atanların davranışları örgütlü suç kapsamına sokulmaya çalışıldı. Her ne kadar sonuçta nerdeyse tüm sanıklar geçtiğimiz ay beraat etmiş olsalar da bu tarz yargılamalar ifade özgürlüğüne kısıtlamaya devam ediyor. İşte Davutoğlu’nun bahsettiği adımlar atıldığında belki bu yargılamalar artık beraatla sonuçlanmayacak. Twitter, Facebook gibi mecralarda ifade özgürlüğünün üzerine bir ‘şal’ örtülecek.
Atılan ve atılması planlanan adımlar kapsamlıdır ve hepsi birbirini tamamlayarak karanlık bir büyük resim oluşturmaktadırlar. Bu adımlar AKP iktidarının mevcut mantalitesi ve içine girdiği yörünge açısından bizi dört ana sonuca yöneltmektedir:
1. İstikamet otoriterleşmedir: Her ne kadar Başbakan bu adımların özgürlük-güvenlik uyumu içinde yapıldığını söylese de yukarda somut örnekleri verildiği üzere özgürlüklere ciddi sınırlamalar getirilmektedir. Eli özgürleşen güvenlik güçleridir, kamu görevlileridir. Hakları, özgürlükleri kısıtlanalar ise ülkenin yurttaşlarıdır. Güvenlik güçlerinin ve iktidar sahiplerinin güvenliği yurttaşlarının özgürlüklerini galebe çalmış gözükmektedir.
2. AKP kendi için istediği hakları yurttaşlardan esirgemektedir: Yukarıda özetlendiği üzere önerilen birçok adımla Şubat 2014’te gerçekleştirilen bazı reformlar geri alınmaktadır. AKP, 17 Aralık ve 25 Aralık soruşturmalarının sürdüğü günlerde insan haklarını hatırlayıp arama şartları, savunma hakları gibi bazı alanlarda düzenlemeler yapmıştır. Bu soruşturmalar akamete uğratılıp, HSYK seçimleri de kazanıldıktan sonra ise aynı düzenlemeler geri getirilmektedir. AKP, insan haklarına aykırı bulup kendi elitlerine uygulanmasının önüne geçtiği maddeleri aynen kabul edip yurttaşlara uygulamakta bir beis görmemektedir.
3. Yanlış teşhisler kaçınılmaz olarak yanlış tedavileri doğurmaktadır: Hükümet son toplumsal olayların teşhisinde büyük bir hata yapmaktadır. Olayların büyümesinin nedeni olarak güvenlik kuvvetlerinin yeterince yetki ile donatılmamış olmasını görmektedir. Teşhis yanlış olunca tedavi de şaşmaktadır. Yasaklarla, daha fazla polis şiddetiyle, sosyal medyayı kapatarak sosyolojik gerçeklerle mücadele edilemeyeceği artık görülmelidir.
Kobane olaylarının temelinde Kürt yurttaşlarımızın uzunca süredir biriken öfkesi yatmaktadır. Bu teşhis konulmuş olsa ve buna yönelik adımlar ivedilikle atılmış olsaydı, misal ABD’nin zoru ile bir u-dönüşü yaparak koridor açmayı çok daha önce sadece yurttaşlarımız istiyor diye yapmış olsaydık, gerilim bu kadar artar mıydı? Yetkililer ‘bugün düştü, düşüyor, zaten hepsi terörist’ diye açıklamalar yapacaklarına, yurttaşlarının hassasiyetlerine dikkat eden bir dil kullansalar bu kadar insan ölür müydü? Bu soruları çok daha fazla uzatabiliriz.
4. Dünyanın yasakları örnek alınırken, bu yasakları dizginleyen hukuk düzeni göz ardı edilmektedir: Son açıklamalarda atılacak adımları değişik devletlerden örnekler vererek meşrulaştırma çabası göze çarpmaktadır. Bu minvalde en çok da Almanya’ya atıf yapılmıştır. Lakin Berke Özenç’in de belirttiği üzere hakim anlayış ‘Almanya’nın polisini alalım yargısını almayalım’ yönündedir. Gerçekten de hukuk kuralları tek başlarına değil içinde var oldukları hukuk sistemi ile bir anlam ifade ederler. AKP’nin örnek vererek davranışlarını meşrulaştırmaya çalıştığı ülkelerdeki bahsedilen yasaklar ve kolluk kuvvetine verilen yetkiler ciddi bir hukuk devletinin denetimi ile dizginlenmiştir. Türkiye bu hukuk devleti denetimini değil sadece yasakları örnek almak istemektedir.
AİHM’nin 1959-2013 yılları arasındaki tüm kararlarına ilişkin istatistikler zihin açıcı niteliktedir. AİHM bu süreçte kendimize örnek aldığımız Almanya’ya dair toplam 173 ihlal kararı verirken, Türkiye’ye dair 2639 ihlal kararı vermiştir! Mahkeme Türkiye aleyhine 114 davada yaşam hakkı ihlali, 162 davada da yaşam hakkı ihlaline ilişkin yeterli soruşturmayı yapmamaktan ihlal kararı vermiştir. Almanya’ya dair bu niteliklerde tek bir karar dahi bulunmamaktadır.
Bu veri göz önüne alındığında polisin müdahale yetkisini arttırmak sizce hangi ülkede insan hakları ihlali riskini daha çok arttırır?
Benzer şekilde mahkeme 29 davada Türkiye’de işkence yapıldığına, 279 davada suimuamele yapıldığına, 171 davada bu hususların yeterince soruşturulmadığına hükmetmiştir. Almanya ise hiçbir davada işkenceden hüküm yememiş, 3 davada suimuamele yaptığı tespit edilmiş, yine hiçbir davada eksik soruşturma yaptığına karar verilmemiştir.
Bu bilgi ışığında hangi ülkede sizce 24 saatlik polis gözaltısı daha çok işkence ve suimuamele riski yaratır?
Sonuç olarak kendimize birilerini örnek alacaksak o örneği tüm yönleri ile iyi analiz ederek ve kapsamlı olarak almamızda fayda vardır. Teknolojisi gelsin ahlakı gelmesin, yasakları gelsin, hakları, hukuku, yargısı gelmesin anlayışı bizi çıkmaz sokaklara, dünyadan dışlanmaya sürükleyecektir.
© Tüm hakları saklıdır.