29 Ağustos 2020

Yatacak yeriniz, bakacak yüzünüz olmayacak!

Öldürülen bizim de sevincimizdir

En sonunda korktuğum şey oldu!

Beklediğim o haber geldi; geldi ve keskin bir kılıç gibi indi bir yanıma:

Kesti, doğradı, parçaladı!

"Ebru Timtik öldü!" dedi bir ses:

"Ebru Timtik öldü!"

* * *

O sese döndüm yüzümü.

Yanaklarında gülüş yığınakları bir kadın gördüm, mesleği adaleti savunmak olan bir hukuk insanını gördüm.

Adaleti arıyordu.

Oysaki ülkesinde, aradığı adaletin parçası değil, kırıntısı dahi yoktu!

Bu yüzden, başkaları için aradığı adaleti, bir hukuk insanı olarak kendisi için dahi bulamadı.

Adilce yargılanmak istedi, temel hukuk ilkelerinden ödün vermedi, boyun da eğmedi!

Adalet dedi, savunma dedi; çabaladı, çırpındı; duyan olmadı!

Gün geldi bütün yollar tıkandı. Durmadı, açlığın üzerine yürüdü, önce açlık grevine, sonra ölüm orucuna başladı.

Dostları, sevenleri vazgeçirmek için çok uğraştı.

Ama o vazgeçmedi!

Ya adalet, ya ölüm dedi!

Açlığın koynunda 238. gündü; adalet gelmeyince ölüm geldi:

"Ebru Timtik öldü!"

* * *

Her tarafımıza acı ve ölüm yapışmış gibi.

Düşüyorum, bir boşluktan, başka bir boşluğa.

Tutunacak bir dal olmalı; arkadaşımı arıyorum.

"Öldü" diyorum; "adalet bir kez daha öldü!"

Bahar gibi aydınlık gülüşünü, su gibi sesini, bitmek bilmeyen adalet arayışını aramıza bırakarak gitti.

Kapatıyorum telefonu, geceye bir müzik akıyor usuldan.

Bir şarkının ezgilerinde, vakitsiz gelen bir ölümün hüznü duyuluyor.

Şimdi, gecenin bir yarısında, bilgisayar ekranında kelimeler bir bir boğuluyor.

Şimdi bir evde, bir hastanenin önünde, karanlıkta bir kır bahçesinde, bir köyde, belki bir hukuk bürosunda ve başka başka yerlerde güzel insanların yüzlerinde buğulu bakışları süzülüyor.

Havada bulut bulut hüzün kokusu.

Havada zehir, havada sinsi bir nefretin soluk alıp verişleri, havada yalan ajansların ayak izleri.

* * *

Sahi, sordunuz mu hiç, ne istiyor bu insanlar?

Yazsam tanıdık gelecek belki hikâyesi;

Önce gözaltında Ebru, sonra meşhur gizli tanık ifadeleri, ardından gelen tutuklama; kırık bir hukuk çarkının ağır ağır işleyişi, derken verilen bir tahliye kararı…

Sen misin tahliye kararını veren! Kararı veren mahkeme heyetinin acilen dağıtılması, yerine talimatla atanan yenileri; el çabukluğuyla geri alınan tahliye kararı, yeniden yapılan tutuklama; yıldırım hızıyla, duruşmasız verilen mahkûmiyet…

Gerisi malumun ilanı, çoktan ölüp gitmiş bir adalet.

Çaresizce ölümün koynuna sokulan bedenler…

Yitip giden bir can ve sıraya giren diğerleri…

Ölüm ne kolay, ne basit, ne ucuz değil mi bu topraklarda?

Şimdi söyleyin, beğendiniz mi ülkeyi getirdiğiniz hali efendiler?

"İşsizim!" diye, çığlık çığlığa meydanlarda kendini yakanlar…

Çocuklarına ekmek götüremediği için boynunu ipe atanlar…

Borcu olan, çaresiz kalan; tecavüze uğrayıp da canına kıyanlar…

Ve şimdilerde, adalet ararken ölen insanlar!

Hukukçuların bile, adalet hakkı için ölümü göze almak zorunda kaldıkları bir ülke.

* * *

Soruyorum size, adalet istiyorum diye canına kıyan birine rastladınız mı hiç beyler?

Dünyamız, 195 ülkeye pay etmiş topraklarını.

Nihayetinde, hepimiz onlardan birindeyiz işte.

Hele bir dönüp bakın çevrenize; yurttaşlarının, hak aramak için bedenlerini, ölüme atmaktan başka çare bulamadığı başka kaç ülke vardır beyler?

Başka bir şey değil, adil yargılanmak isterken öldü Ebru Timtik!

Sesini duyan olmazsa, 208 gündür açlık grevinde olan Avukat Aytaç Ünsal ise sırada.

Biliyorsunuz değil mi, sadece adil yargılanmak istediler onlar?

Evrensel hukuk ilkelerine uygun, adilce yargılanmak!

Ne saraylar, ne de saltanatlar vardı gözlerinde; katlar ya da yatlar da istemediler, biliyorsunuz değil mi efendiler?

Borsada hisse senetleri, bilmem ne adasında gizli hesaplar, şatafatlı makam odaları ya da ucuzundan bir mevki peşinde olmadıklarını da…

Ne Soma'da ölen 301 madencinin avukatı olmak, ne de KHK ile işten atılanları savunmak zengin etmedi onları; 15 yaşında katledilen Berkin Elvan'ın, işkencede ölen Engin Çeber'in, kendi evinde, ailesinin gözü önünde, kamera kaydıyla öldürülen Dilek Doğan'ın da…

Şemdinli'de, İstanbul'da, Ankara'da kentsel dönüşüm kapsamında evleri yıkılan ise o kentlerin yoksullarıydı. Paralarını değil kalplerini kazanmak mutlu etti onları.

Söylesenize iktidarınızda kaç aydın, kaç gazeteci, kaç bilim insanı sahte iddianamelerle içeri atıldı; kaç avukat, kaç sanatçı, kaç politikacı gizli tanık yalanlarıyla hapse yattı ve yatmaya devam ediyor?

İlla birileri söylemiştir size; ne yolsuzluk ve rüşvetten, ne de pazarlıksız ihaleden kaynaklı servetleri vardır onların; koşulsuz ve sınırsız sevmektir en büyük varlıkları.

İsterseniz gönderin polisinizi, bekçinizi, gizli servislerinizi;

Hele bir bakın kasalarına; araştırın çekmecelerini, kitaplıklarını, banka hesaplarını; göreceksiniz, yalnızca umut etmek ve şarkı söylemekten ibarettir sermayeleri.

Yıllar yılı adına "hizmet" dediğiniz bir suç örgütüyle birlikte yürüyerek nice ölümlere sebep oldunuz.

Sahi saydınız mı, kaç masumun kanına girildi, kaç ocak yıkıldı, kaç can yakıldı efendiler?

* * *

Ebru Timtik.

Bir hukuk insanı olarak bazen Somalı madenciyle, bazan evi yıkılan kent yoksullarıyla beraberdi. Nerede işkence gören varsa, Ebru oradaydı.

Kısaca, hep sevdiklerinin yanında durdu, hep onlarla mutlu oldu.

Hem insan olarak, hem mesleği gereği hep mağdurdan yanaydı; mağdur olan her insanı, her canlıyı, her şeyi sevdi.

Ebru’yu anlamak için sevmesini bilmek lazım.

Bir hukuk insanına dahi, adaleti çok görenler, şimdi soruyorum size;

Sahi siz, sevmek nedir bilir misiniz efendiler?

Mesela bir ağacı…

Evet evet, yanlış duymadınız bir ağacı?

Hani öyle kendi bağınızda, bahçenizde; meyvesini yiyeceğiniz ağacı sevmek gibi değil yani.

Meyvesini yemeyeceğinizi, gölgesinde dahi oturmayacağınızı bildiğiniz halde; üstelik kime ait olduğuna bakmaksızın bir ağacı sevmek!

Ya da bir çocuğu…

Hani öyle, illa benim olsun diye değil; besleyip, büyütürken soyum, sopum sürsün diye de değil!

Dünyanın neresinde olursa olsun; hangi dinde, dilde, mezhepte; hangi renkte, ırkta ve kimlikte olursa olsun…

İnsanlık ailesinin bir bireyi diye, kimin olduğuna bakmadan; ayrımsız, eşit, özgürce büyüyebilsin diye sevmek!

Sevmek, kuşkusuz güzel şeydir.

Hele karşılıksız, koşulsuz olursa, daha da güzel şeydir.

Hani öyle balya balya paraları demiyorum ama beyler!

İçi dolar dolu kasaları, kupon kupon arsaları, bir gecede değiştirilip servete tahvil edilen mevzuatları da değil…

Dağları sevmekten bahsediyorum size efendiler, dağları!

Issız bir vadiyi mesela; vadiden akan dereyi, dereden su içen ceylanı; ormanın koynuna sokulmuş eşsiz güzellikte bir koyu…

Villalarınız çepeçevre boncuk gibi dizilsin diye değil ama; herkesin olsun, herkes kullanabilsin diye efendiler!

Bakışlarınızı görür gibi oluyorum şimdiden; alttan alttan, riyakâr, gulyabani…

Anlıyorum ki hırsınızla vicdanınız arasında merhamete yer kalmamış, tümden bozulmuş şirazeniz.

Hâlbuki iyi bilirsiniz siz, kıldan ince, kılıçtan keskindir geçeceğiniz o köprü.

Öyle böyle değil, çok ama çok can yaktınız, çok ah aldınız, bu ülkeye çok zulmettiniz efendiler!

Boyunuzu çoktan aştı, arşa bile ulaştı, bilmem ki hangi kantar tartacak günahlarınızı, hangi tanrı affedecek sizi?

Biliyorum, duymadınız bile çığlığını; yıktığınız hukuk duvarının dibinde, adalet diye diye can çekişti; öldü bir kadın.

Ne diyeyim; yatacak yeriniz, bakacak yüzünüz olmayacak efendiler!

Yazarın Diğer Yazıları

Çocuklar şeker, hayvanlar mama yiyebilsinler

Filistinli çocuklar şeker de yiyebiliyorlar mı? Peki ya Gebze'de katledilen can dostları bundan böyle mama yiyebilirler mi? Bir soru düşüyor aklıma; şeker mi, mama mı?

Aklın Ayak İzleri'nde yolculuklar (6) | Yüz karası değil, kömür karası

İçinde yol aldığımız bu serüven tanrı zamanda çıkılan bir yolculuk gibiydi. Var olmanın öncesinden, yok olmanın sonuna uzanan, aklın ayak izlerinde bir yolculuk... Karanlık, sınırsız, gizemli... 

Aklın Ayak İzleri'nde yolculuklar (5) | Bir kavalın ezgileri

Çınar ağaçları, iri koca gövdeleriyle gökyüzüne uzanmış bir abide gibiler. Ihlamurların arasından bize ulaşan rüzgârın sesi kuş cıvıltılarına karışıyor

"
"