30 Aralık 2021

Tarih nasıl affedecek bizi?

Sahi kimdik biz? Nereden geliyor, nereye gidiyorduk? Son çağın lanetlileri miydik yoksa? İnsanlığa bu kadar zulmü nasıl reva görüyorduk? Tanrı bu kötülük fermanını ne zaman buyurmuştu bize? Bu deli gömleğini hangi ara giymiştik üzerimize?

Kadınlar koğuşu kalabalıktı.

Demir mazgallar gürültüyle açıldı. Yanında, vahşi köpeğiyle yüzbaşının gölgesi beton zeminin üzerinde sivri bir hançer gibi uzadı.

İçeridekiler hep birden ayağa kalktı. Yüzbaşı, kalabalığın arasında sert adımlarla yürüdü, tavırları küstahtı. Hoyrat, kıyıcı bakışları kalabalığın arasında tek bir kişinin üzerinde kilitlendi.

Kadın on dokuz yaşındaydı. Ayaktaki kalabalığın arasında, oturduğu yerde kıpırdamadan durdu! Gözlerinde, aylardan beri işkence görmüş, gururu kırılmış, ruhu incinmiş olmanın öfkesi vardı. Omuzlarını düzeltti, meydan okur gibi yüzbaşıya dimdik baktı.

Faşizmin, ülkede yeşil bir kasırga gibi estiği yıllardı. Darbeciler tarafından üniversite sıralarından alınmış Diyarbakır zindanlarına atılmıştı.

Hani şu, insanların lağımlarında fareler gibi süründürüldüğü, dışkı yedirildiği, salt bu yüzden kimi mağdurların hapis sonrası dişlerini çektirdiği, işkencenin akla hayale gelmeyecek her türünün denediği Diyarbakır zindanları...

Kadının, bu davranışının bedeli ağır oldu. Yüzbaşı onu, vahşi köpeği Co'nun kulübesine kapattı. Nefes almanın dahi güç olduğu, pislik içindeki o kulübede tam alt ay kaldı; dayak yedi, eziyet çekti, işkence gördü…

Genç kadın eğilmedi. İki yıl yattı, çıktı. İzmir'de iletişim, halkla ilişkiler ve gazetecilik okudu. Gazetecilik, yazı işleri müdürlüğü, yayın koordinatörlüğü yaptı. Gazete çıkardı, kadın hareketi içinde yer aldı, hak savunuculuğu yaptı, belediyelerin sosyal projelerinde çalıştı.

Yıllar içinde evlendi, anne oldu. Çalışkanlığı, sabrı, güçlü iradesiyle halkının gönlünü mest etti. 2007'de Diyarbakır, 2011'de Siirt'ten bağımsız milletvekili seçildi. 2014 seçimlerinde, dünyanın en büyük Kürt nüfusunun yaşadığı Diyarbakır şehrinin halkı, yüzde 55 oyla onu, kenti yönetmesi için belediye başkanı seçti.

12 Eylül darbecilerinin, Diyarbakır zindanlarında köpek kulübesine kapatmasından tam 36 yıl sonraydı; Türkiye 'demokrasisi' onu belediye başkanlığı koltuğundan aldı, bir kez daha cezaevine kapattı.

Adı Gültan Kışanak; beş yıldır cezaevinde…

* * *

Hava karanlık ve serin.

Ankara'nın Eylül akşamları bazen ruhsuz olur. 78 yaşında hayata veda eden kadın, vasiyeti üzerine evinin penceresinden seyretmeye alıştığı İncek Mezarlığı'na defnedilecektir.

Kalabalık, merhuma son görevini yerine getirme telaşındadır. Cenaze son yolculuğuna uğurlanmak üzere mezara indirilir, üzeri toprakla kapatılır. Tam bu esnada, bir saattir mezarlıkta peydahlanan serseri bir gürûh, ağızlarında kin ve nefret çığlıklarıyla yaklaşmaktadır.

Havada taşlar, sopalar uçuşmaya başlar. Gözü dönmüş kalabalık Alevilere, Kürtlere, Ermenilere karşı galiz küfürler eşliğinde saldırıya geçerler. Birçok milletvekili, siyasetçi, belediye başkanı da oradadır. Saldırgan gurup mezarlığa bir Kürt'ün, Alevi'nin ölüsünü gömdürmek istemez. Ardından mezara saldırır, söküp parçalamaya çalışırlar.

Ölen kişi bir Kürt Alevi'si olan Hatun Tuğluk'tur. Kızı, izinli olarak cezaevinden çıkıp gelmiştir. 78 yaşındaki annesinin, topraktan alelacele çıkarılarak kaçırılır gibi götürülüşüne tanık olur. Cenaze, yakınları ve sevenleri tarafından Dersim'e götürülerek orada defnedilir…

* * *

Hatun Tuğluk'un kızı, annesinin cenazesini gömmek için Dersim'e gidemedi, cezaevine döndü.

İstanbul'da hukuk okumuş, avukatlık yapmıştı. İnsan Hakları Derneği üyesi, Yurtsever Kadınlar Derneği kurucusuydu. Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı Yönetim Kurulu Üyeliğinde bulunmuş, Demokratik Toplum Partisi kurucu eş başkanlığını yapmıştı. 2007'de Diyarbakır, 2011'de Van'dan bağımsız milletvekili seçilerek HDP 'ye katılmıştı. Son olarak da Parti Meclisi'ne girmiş, Genel Başkan Yardımcılığı görevini üstlenmişti…

Adı Aysel Tuğluk; beş yıldır cezaevinde.

Annesinin ölüsüne karşı yapılan, eşi görülmemiş canavarlığın acısıyla yaşıyor. Öyle bir acı ki bu, Kürt'ün dirisinden sonra, ölüsünü bile rahat bırakmayan zalimliğin, devlet katında hoş görülmesiyle katmerlenen; derin, derin olduğu kadar dilsiz, dilsiz olduğu kadar da sahipsiz hâli…

Aysel Tuğluk o gün cezaevine döndü; tüm hapishane, cümle kapılar, parmaklıklar üzerine kapandı; dünyası karardıkça karardı. Ölü bir Kürt'e iki karış toprağı dahi çok gören ırkçı nefretin acısını bir türlü kabullenemedi, dindiremedi. Yaşadığı derin acı onu, dilsizleştirdiği kadar hafızasızlaştırdı.

O bir Demans hastası artık; giderek ağır Alzheimer'a dönüşüyor. Belki de, tüm topluma sirayet eden bu ağır lekeye belleğini kapanmak, üstesinden gelemediği acıyı unutmak istiyor…  

* * * 

Peki, sadece Gültan Kışanak, Aysel Tuğluk mu?

Çoğu Kürt olan HDP'li kadın siyasetçi de benzer durumda. Hepsi, adeta üzerlerine ateşten bir gömleği giymişler. Geride eşlerini, işlerini, çocuklarını bırakmış zindanlarda ömür tüketmekteler.

1935'te kadınların siyaset sahnesine çıkmasından sonra, 1960 darbecilerinin tutukladığı 7 DP'li kadın vekili saymazsak en çok çile çeken, bedel ödeyen; en çok gadre uğrayan Kürt kadın siyasetçileri olmuştur. Onlar ki yürüttükleri kadın siyasetiyle birlikte 2007'lere kadar yüzde 1'lerde seyreden meclisteki kadın vekil oranını yüzde 17,1'lere taşımışlardır.

İyi ama karşılığı ne oldu bunun?

Karşılığı hiç kuşku yok, daha çok acı oldu elbette; yerinden yurdundan edilmek oldu, çoluğundan çocuğundan ayrılmak oldu; sürgün oldu, dert oldu, hapis oldu. Hem de öyle beribenzer bir hapis değil. Ömürlerinin en güzel yıllarını zindanlarda tüketti bu insanlar.

1994'te TBMM kapısında tutuklanan 7 vekilden biri kadındı. Leyla Zana'ya, kürsüde ana dilinde konuştuğunda, et-tırnak hoşgörüsünü gösteremedik. Bir tek linç edilmediği kaldı. Sonraki yıllarda da Kürt kadın siyasetçileri benzer nefretin kurbanları olmaktan kurtulamadılar. Bağımsız ya da HDP üyesi 18 kadın milletvekili tutuklandı; cezaevine girdi, çıktı; söyledikleri her sözcük, kurdukları her cümle, attıkları her adım aleyhlerine delil olarak kullanıldı. Haklarında üst üste yüzlerce davalar açıldı, açılmaya devam ediyor.

Onlarsa, yaralarına tuz basmayı yeğlediler. Mayınlarla dolu siyaset yolundan ayrılmadılar, üzerlerindeki ateşten gömleği çıkarmadılar.

* * *

Hâlbuki ne insan öldürmüş, ne cana kıymışlardı.

Hiçbiri katil değildi, ellerine silah almadılar.

Uyuşturucu kullanmaktan, kokain kaçırmaktan; hırsızlıktan, rüşvetten, mala çökmekten hapis yatmadılar.

Mafya ve çek senet işlerine bulaşmadı; cezaevlerinden, kendilerine özel çıkarılan afla serbest kalmadılar.

Köylünün deresini kurutup üzerine HES yapmak mı?

İmar planlarıyla oynayıp şehirleri betona boğmak m?

Dağlara siyanür ekip ormanları tarumar etmek mi?

O taraklarda bezi yoktu hiçbirinin.

Sorarsan, sevdaları vardı, öyle diyorlardı.

Sadece insana dair miydi?

Değildi tabii!

Börtünün böceğin yaşadığı toprağa, toprakta büyüyen ağaca, ağaçta öten kuşa dairdi sevdaları.

Üzerinde yaşadıkları coğrafyada on yıllardır süren bir ateş vardı. O ateşi söndürmek için yollar aradılar. Söz kurdular, itiraz ettiler, soru sordular; yanıtlar aradılar. Onlara bu görevi halkları vermişti, yaptıkları her şey, bu görevi layıkıyla yerine getirmek içindi.

Belki kusurları da oldu, yanlışlar da yaptılar; öyle büyüktü ki acıları, heyecanlandıkları da oldu, yalpaladıkları, öfkelendikleri de…

Lâkin hiçbir zaman bir köpek kafesine kapatılmayı hak etmediler.

Ölülerinin, mezardan çıkartılarak kendi toprağından sürgün edilmesini hiç hak etmediler.

Milyonlarca seçmenin iradesinin yok sayılarak ömürlerinin, zindan zindan çürütülmesini ise hiç mi, hiç hak etmediler!

* * * 

İki binli yıllar…

Yeni bir yüzyıla girdiğimizde biraz umutluyduk kuşkusuz.

Dünyaca kutladığımız milenyumdaydık. Ay'ı bırakmış Mars'a, yıldızlara gidiyorduk. İçinden ışık hızıyla geçtiğimiz bu çağa isim vermekte bile zorlanıyorduk; bilgi çağı diyorduk; uzay çağı, robot çağı, sibernetik çağı…

Oysa öylesine uzağındaydık ki çağın!

Hâlâ diline kilit vurmakla meşguldük bir halkın. Ezgileri hep yabancı geliyordu bize; renklerini yasaklıyor, düğünlerini basıyor, partilerini kapatıyorduk... Kendi halkının şölenlerle meclise uğurladığı vekillerini, enselerinden tutup zindanlara atıyor, bununla övünüyorduk.

O bile yetmiyordu; ölülerini topraktan çıkartıp diyar diyar sürüyor, en yüksek devlet katından yetkililerle, tarihe utanç fotoğrafları bırakıyorduk.

Sahi kimdik biz?

Nereden geliyor, nereye gidiyorduk?

Son çağın lanetlileri miydik yoksa?

İnsanlığa bu kadar zulmü nasıl reva görüyorduk?

Tanrı bu kötülük fermanını ne zaman buyurmuştu bize?

Bu deli gömleğini hangi ara giymiştik üzerimize?

Bakın, tüm dünya durmuş, nasıl da utançla seyrediyor eserimizi.

Öyle bir günah çukuruna yuvarlandık ki; karanlık, dipsiz.

Bilmiyorum, tarih nasıl affedecek bizi?



Not: Yeni yılda Sayın Aysel Tuğluk'un, Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Kurumu'nun verdiği 'cezaevinde kalamaz' raporuna uygun şekilde 'infaz ertelemesi' yapılmak suretiyle serbest bırakılmasını umut eder, tüm okurlarıma kavgasız, savaşsız, incinmesiz, huzurlu bir yıl dilerim.

Yazarın Diğer Yazıları

Çocuklar şeker, hayvanlar mama yiyebilsinler

Filistinli çocuklar şeker de yiyebiliyorlar mı? Peki ya Gebze'de katledilen can dostları bundan böyle mama yiyebilirler mi? Bir soru düşüyor aklıma; şeker mi, mama mı?

Aklın Ayak İzleri'nde yolculuklar (6) | Yüz karası değil, kömür karası

İçinde yol aldığımız bu serüven tanrı zamanda çıkılan bir yolculuk gibiydi. Var olmanın öncesinden, yok olmanın sonuna uzanan, aklın ayak izlerinde bir yolculuk... Karanlık, sınırsız, gizemli... 

Aklın Ayak İzleri'nde yolculuklar (5) | Bir kavalın ezgileri

Çınar ağaçları, iri koca gövdeleriyle gökyüzüne uzanmış bir abide gibiler. Ihlamurların arasından bize ulaşan rüzgârın sesi kuş cıvıltılarına karışıyor

"
"