Önümde bir fotoğraf.
İlk anda, hangi post modernist tasarımcının eseri diye düşündüren cinsten. Somut mu, soyut mu; dışa vurumcu mu, natüralist mi hemen karar veremiyor insan. Şehrin ortasında, üstelik en işlek caddesinde ürkütücü bir enstalasyon.
Bir anda diken diken oluyor tüyleriniz. Belki de amacı bu tasarımcının. Evet, evet, kuvvetle muhtemel, amacı bu olmalı. İzleyene korku salmak!
İtiraz etmek, ses çıkarmak, sorgulamak isteyene bir mesaj.
Kalem tutanı, yazı yazanı, şarkı besteleyeni korkutmalı. Eli klavyeye gideni, durup düşündürmeli; tuşa bassam mı, basmasam mı; yazsam mı, yazmasam mı; şu sözcüğü kullansam mı, kullanmasam mı? Çağdaş toplumsal sanatın yaratıcı bir uygulaması olarak göreni düşündürmeli, düşüneni korkutmalı, korkutup sindirmeli…
Dikkatle bakınca böyle yorumluyor insan.
Enstalasyonu sergilemek için seçilen yer ise pek manidar. Şehrin en kalabalık caddelerinden biri. Uygulamanın estetiği, tasarımın çok boyutluluğu açısından sanki oradakilere bir mesaj vermek ister gibi.
Tasarımcı, sanki bir dünya sahnesinde, Orta Doğu coğrafyasında sıkıştırılmış, mekânsızlaştırılarak çoktan ötekileştirmiş bir halkın vekili üzerinden demokrasinin nasıl işlediğini gösterme gayretinde.
Üstelik bu konuda pek cüretkâr. Hareketsiz, cansız objeler yerine canlı olanları tercih etmiş, soyuttan somuta doğru yönelmiş. Modernist bir çağda, post modernist, çılgın bir tasarıma imza atmış.
Kullanılan objelere dikkatlice bakılırsa, arada bir kıpırdıyorlar ama çok değil; az buçuk ses çıkarıyorlar ama duyulan tastamam bir cümle değil; yarı canlı, yarı cansız gibiler ama bildiğimiz robot değil! Eserin sahibi, 21. yüzyıldaki kötülük çağını, İstiklal Caddesinde, daracık bir mekânda, mikroskobik bir zamana sıkıştırıp resmetmek istemiş olmalı.
Eser, adeta enstalasyon sanatlarında çığır açmaya aday bir girişimi andırıyor. Yapılırsa eğer, gelecek yılın Uluslararası İstanbul Bienali'nde, demokrasinin İstanbul sokaklarında bir milletvekili bedeni üzerinden nasıl zuhur ettiği üzerine şimdiden bir başyapıt olarak sergilenmeye aday.
Konsept, küresel anlamda düşünüldüğünde olağanüstü yenilikçi! Gelecek nesillerin okuyacağı, Anadolu’da demokrasinin kökenleri dersine şahane bir örnek olmak üzere gelene, geçene sırıtıyor.
Üstelik daha önceki örneklerini kıskandıracak denli yaratıcı bir çılgınlık var eserde. Dün, Ankara Yüksel Caddesi’nde adı İnsanlık Anıtı olan bir heykeli aylar boyunca kuşatmada mahir zihniyet, bugün 17 milyon nüfuslu bir dünya metropolünün kültür merkezinde sosyal bir grubun temsilcisi üzerinden tezahür ediyor.
Şaşırtıcı mı, değil.
Bir yanılsama mı, hiç değil.
Sadece, yarın hangi şehirde, hangi sokakta öngörülemez, kestirilemez, tahmin edilemez şekilde, başka hangi sosyal sınıf ve tabakaların karşısına çıkabileceği konusunda bir fikir vermekte.
Ve üstelik öylesine zamansız, öylesine mekândan bağımsız. Ha bilim üreten bir üniversitenin kapılarına dayanmış, ha Karadeniz’de bir köyün yamaçlarında. Seçmiyor, fark etmiyor, ayırt etmiyor. Yüzünde, avını kıskıvrak yakalamış olmanın hoyrat kibiri; adım attırmıyor, nefes aldırmıyor…
Bütün bunlar tasarımın görünen yüzü. Bir de görünmeyeni var doğal olarak. Onlar arka plandalar; sokak aralarında, gizli tutulmuş raporlarda, mahkeme tutanaklarında… Hepsi de gerektiğinde kullanılmak üzere hazırlar.
* * *
Bir de zekice seçilmiş, özenle yerleştirilmiş objeleri var tasarımın.
Ancak bu kadar olabilir, dedirtiyor insana.
Hepsi de sıra sıra, tespih gibi dizilmişler. Sanki tetikteler! Verilecek tek bir emri bekliyorlar. Vur desen vuracak, indir desen indirecek, öldür desen öldürmeye hazır gibiler! Ortada bir çember. Etten ve kemikten; öfkeden ve nefretten mükellef bir çember. Taştan, tuğladan örülmüş bir korku duvarı sanki. Oracıkta, bir ucu İstiklal Caddesi’nde, diğeri ülkenin sınırlarını kat eden bir duvar.
Korkuya nesne olan şey ise çemberin içinde yer almakta. Etin ve kemiğin ötesinde demirden, çelikten, miğferden bir kuşatmanın tam ortasında. Sanırsın pimi çekilmiş bir bomba! Patladı, ha patlayacak bir muamma! Tasarımcı, belli ki özenle yerleştirmiş objeleri; yan yana, sımsıkı, aralıksız. Öyle ki biri dahi eksik olmamalı! Çünkü biliyor, biri olmasa kırılacak o zincir. Biri sendelese, yarılacak barikat! Biri çekilse yıkılacak duvar! Ve ortada sadece iki obje. Üç değil ama! Neden üç değil? Çünkü biliyor; bir üçüncü olsa, çoğalacak o ses. Sayı bir artsa sarsılacak duvar, biraz daha çoğalsa büyüyecek o direniş.
* * *
Önümde işte bu fotoğraf. Bir ülkenin sığdırılmaya çalışıldığı kuytu, izbe karanlığı anlatan bir metafor gibi. Yaratıcısı belli ama eserin bir adı yok.
Belki de adını özellikle koymamış yaratıcısı. Seyirciyi özgür bırakmış olmalı; izleyen düşünsün, bulsun, kendisi karar versin diye… Ben düşündüm.
Dedim ya, ilk bakışta ürperiyor insan. Hemen korku geliyor akla. Üstelik bulaşıcı, içten içe büyüyen, çoğalan bir korku. Ama neyin korkusu bu? Korkan kim, ne zaman başladı ve nereye kadar sürecek?
Belirsiz! Oysa tasarımcının gözünden kaçan bir şey var bu eserde. Yarattığı korku çemberinin içinde büyüyen bir kelimede saklı bunun sırrı.
Direniş!
Açık seçik ve her şeye rağmen büyüyen bir direniş! Göz ardı edilemez, yok sayılamaz, durdurulamaz.
İşte, tasarımcının farkında olmadığı şey; her sanatın karşıtından beslendiği gerçeği.
Elden ne gelir ki, doğanın diyalektiği bu; korku şiddeti doğuruyor, şiddetse direnişi.
Dönüp dikkatlice yeniden bakıyorum esere. Bir kez daha görüyorum, cesaret de en az korku kadar bulaşıcı; bulaşıyor, bulaşacak.
Örnek alınacak, ibretlik olacak öylesine çok şey var ki eserde…
Kelimeler ansızın oturuyor belleğimde.
Tasarımcıyı, gelecek nesillerin demokrasi ve özgürlükler tarihi dersinde okutulmak üzere yarattığı bu nadide örnek için kutluyor, adını “korku ve direniş” koyuyorum.
Peki ya siz?
Not: Fotoğraf, HDP milletvekili Musa Piroğlu’nun 5 Eylül 2021 günü, İstiklal Caddesi’ndeki yürüşünden.