Sene 1962.
Tuzla’da çok çeşitli kuşlara konaklık eden duru bir göl. Hemen ötesinde tertemiz deniz. Yakınlarında ise dümdüz bir arazi. Kalabalık bir çocuk grubu çorak arazinin içinde ip gibi dizilmiş, yürümektedir.
En önde bir adam vardır. Genç, bakışları yumuşak, dokunuşları sevecen. Hep birlikte çadırlar kurmaya başlarlar.
Bilirler ki su hayattır. Bu yüzden ilk yaptıkları şey büyük bir kuyu açmak olur. Ellerinde kazmalar, kürekler… Fidanlar dikmeye başlarlar araziye. Bulabildikleri kadar çok fidan... Çocuklar diktikleri ağaçları sulamak için kovalarla su taşırlar. Ta ki hortumları olana dek...
Hepsi, henüz oyun oynama çağında çocuklardır. Her şeyi yapa boza öğrenir, hayatın onlara dar ettiği yollarda bata çıka ilerlerler.
Bir süre sonra toprağı kazmaya başlarlar. Kazdıkları yer, yapacakları inşaatın atılacak temelidir. Sayısı 30 olan çocukların her biri bir kırlangıç gibidir; zayıf, ince, narin; en küçüğü 8, en büyüğü ise 12 yaşındadır…
Başlarında ise bir adam vardır.
Bir dönem, yuvası bozulmuş kırlangıçlar gibi, yurdun dört yanına dağılmış, anne babaları olmayan, ya da ayrı kalmış, bir yakının yanına sığınmış; okula gidemeyen, mağdur, yetim Ermeni çocuklarına yurt olsun diye yapılan bir tesistir yapmaya başladıkları. Yemekhanesi, mutfağı, spor salonu, çamaşırhanesi; oyun alanları, yatakhane ve derslikleriyle tam bir sosyal kamp olacaktır. Kümesleri, ahırı, balık besleyecek havuzları bile bulunacaktır.
Oyun oynama çağındaki çocukların taş taş üstüne koyarak, kerpiç kerpiç örerek, hayal edip düş kurarak inşa edecekleri bir yetimhane, bir kırlangıç yuvası olacaktır burası.
Önlerinde ise bir adam vardır ki, hep çocuklarla beraberdir, hep en öndedir.
Önden o yürümüştür, ilk kazmayı o vurmuştur toprağa, ilk küreği o atmış, ilk kovayı o taşımıştır. Ve zamanla yeni kuyular açılmış, yeni ağaçlar dikilmiş, ek binalar yapılmıştır…
* * *
5 yıl sonrasıdır.
Tuzladaki düz arazinin yerinde adeta bir orman büyümüştür. Ormanın tam ortasında büyük bir bina vardır. Beş yıl önce, oyun oynama çağındaki otuz çocuğun emeğiyle, alın teriyle, düşleriyle başlattığı bir hikâyenin finalidir bu.
Burası 1500 çocuğa yuva olacak Tuzla Ermeni Yetimhanesi’nden başka yer değildir. Adı Kamp Armen’dir…
Kamp Armen, ülkenin dört bir yanına dağılmış yetim kalmış kırlangıçların yuvasıdır.
Açılışını yine çocuklar yapar. Bu sefer daha kalabalıktırlar.
Başlarında ise yine aynı adam vardır. Baron Güzelyan’dır adı.
1976 senesinde kendisine bir suikast yapılır. Kampın içinde, çocukların gözleri önünde vururlar onu, ancak şansı vardır, kurtulur.
Ne var ki 12 Eylül 1980 darbesinden onun da payına tutuklanma, işkence ve zulüm düşer. Ülkeyi terk eder, Marsilya’ya yerleşir.
* * *
Sonra başka bir adam peydahlanır kampta.
O da gençtir, delikanlıdır. O da bir kırlangıçtır, yetimdir. Üstelik Tuzla Yetimhanesi’nin yetiştirdiği çocuklardandır. Sahip çıkar kampa, çocuklara, çocukluk hayallerine.
Ne var ki kampın arazisini vakıftan almak için devlet harekete geçmiştir. Geceleri, kampın yemekhanesinde, karanlıkta bir karartı gözükür. Kimi zaman sabahlara kadar düşünerek oturur.
Yine aynı adamdır bu.
Yemekhanenin bir köşesinde oturur ve düşünür. Çünkü devlet kırlangıçların yuvasına el koyacaktır.
Nitekim, 1987 yılında vakfın arazisine el konulur. Kamp boşaltılır. Yeni sahipleri olur arazinin, sık sık el değiştirir. Binaları yıkıp, yeni inşaatlar yapmaya uzun süre cesaret edemezler. Üzerinde yetim hakkı vardır çünkü. Sonrasında uzun bir sessizlik dönemi yaşanacaktır…
* * *
Bir akşam vaktidir.
Şişli, her zamanki gibi kalabalık, ağır bir İstanbul’u yaşamaktadır.
Birden birkaç el silah sesi duyulur.
Eski apartmanların çatılarından birkaç güvercin kanatlanır.
Halaskargazi Gazi Caddesi’nde, bir gölge yığılır yere.
Kaldırımda yüz üstü yatar.
Ayakkabılarının altında delikler vardır; üstelik bir değil, her iki ayağında birden delikler vardır; başının arkasındaysa üç kurşun yarası!
İncecikten bir kan sızar oracıkta, İstanbul’un içine içine kanar.
Yıllar yılı üstü örtülmeye çalışılan tarihsel bir kötülüğün devamı gibi kanar.
Ağır ağır kırmızıya boyanır kaldırım.
Şişli’de bir adam yatıyordur, şimdi yerde.
Kaldırıma, acılı bir tarihin yarası, bir kez daha açılmış, kanıyordur.
Yerde yatan yine aynı adamdır!
Geceleri, Kamp Armen’in yemekhanesinde, karanlıkta bir karartı gibi gözüken; kimi zaman sabahlara kadar düşünerek oturan adamdır.
Adı Hrant’tır.
Bir kırlangıçtır o!
Ve bir kez daha kırlangıcı vurmuşlardır.
Son zamanlarını, bir güvercin tedirginliğinde yaşamıştır Hrant.
Ölüm, pis yüzüyle sırıtarak, göstere göstere yaklaşmıştır ona.
İsteseydi, başka bir coğrafyada, başka bir şehrin yaşamında, rahat bir gelecek için yer açabilirdi kendine.
Gitmemiştir.
Kökleri buradadır çünkü, yuvasını terk etmemiştir.
Köklerinden, toprağının kokusundan ayrı düşmek istememiştir.
Bu toprakların ağacıdır, bu topraklarda kök salmıştır o. Ölünce, yıllar önce, yaşlı bir Türk’ün dediği gibi, “su çatlağını bulmuştur.” Kaderin, atalarına biçtiği bu eğreti yolda, sessiz, sakin ama hep onurla devam ettiği yolculuğun sonunda gürül gürül akmış, sonunda kendi çatlağına yürümüştür.
Ölümü bir ateş topu olarak kalmıştır hükümranların elinde. Herkes birbirinin kucağına atmıştır bu ateşten topu. Oysaki sonradan, hepsinin birden orada olduğu anlaşılmıştır. Evet, hepsi birden orada olmuş, elleri hepsinin birden uzanmıştır silaha; hepsi birden kavramış, hepsi birden dokunmuştur tetiğe…
Sene 2007’dir, Ocaktır, ayın ondokuzudur...
* * *
Adı Hrant Dink’ti.
Ailesi Sivas Ermenilerinden, aramızdaki son kırlangıçtı belki.
Malatya’da dünyaya gelmiş, Tuzla’da bir yetimhanede başladığı yaşam yolculuğuna, sonradan bu yetimhaneyi sahiplenerek devam etmişti. “Tek başıma yaparım” deyip Cumhuriyet sonrası, Türkçe ağırlıklı ilk Ermeni gazetesi AGOS’un çıkartılasına öncülük etmişti. Barışsever, yüzleşmeden yana, kötülüğe karşı iyilikle mücadele eden, birlikte yaşamayı seçen biri…
“Her koşulda, yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye” talip olanlardan.
Geçmişi, nice acılarla karartılmış bir tarihe sahip ülkenin, kötü kaderini değiştirmek için belki de bir fırsattı o.
Bu ülkenin talihsiz geçmişine rağmen, geleceğine verilmiş bir şanstı.
Kapısını çalmayı çoktan unuttuğumuz komşumuz Agop’tu o; terzi Kordonciyan’ın renk renk giysilerindeki deseni, matbaacı Sarkis’in kokusu, şair Manuşyan’ın şiir gibi sesi, rahip Vartabed’in nefesiydi.
Yaşatmayı bir türlü başaramadığımız içimizdeki ötekiydi o.