25 Nisan 2020

Hasankeyf’e son bakış

Bir şehir, kendi sularında boğulur mu hiç? Kendi sularında boğulursa eğer bir şehir, sesi çıkmaz olur mu?

Resme bakıyorum.

Bakar bakmaz anlıyorum.

Gidip de bir daha geri gelmeyecek olana dair.

Hiç bitmeyecekmiş gibi süren bir aşka, beklenmedik bir anda elveda diyen sevgiliye, toprağa verilmeden önce, kefeni açılıp da son kez el sürülen masum bir yüze dair…

Belli ki son bir bakış bu!

Hasankeyf’e son bakış!

Bir veda bakışı; elveda bakışı…


Fotoğraf: Mehmet Kızmaz

* * *

Bir resme bakıyorum.

Bir şehir, kendi sularında boğulur mu hiç?

Kendi sularında boğulursa eğer bir şehir, sesi çıkmaz olur mu?

Ağıtlar yakılmaz mı kıyılarında; erbaneler çalmaz, çocuklar bakmaz olur mu arkasından?

Ahh, Dicle!

Tarihin üzerine yürüyen nehir, seni kim yaptı böyle zalim?

Suların niye kıvrıla kıvrıla akmıyor artık senin?

Niye çağlaya çağlaya coşmuyor artık sen?

Sendeki bu ölüm sessizliği neden?

Neden, ağır ağır yükseliyor suların bir kentin eteklerinde?

Görüyorum, bir şehrin benzi giderek sararıyor. Işıklar bir bir sönüyor, perdeler çekiliyor, pencereler susuyor. Hasankeyf’in sırtlarında binlerce göz, bir daha açılmamak üzere ilelebet gözlerini yumuyor.

Krediler akarken bir yerlerden bir yerlere, borsalar coşuyor, senetler zirve yapıyor…

Kimin umurunda, tarihin damarları an be an tıkanıyor.

Kendi sularında boğulan şehir

Önümdeki resme bakıyorum.

Bir kadının yakarışlarını duyuyorum; terk edilmiş evler, yalnız kalmış köpekler, kediler, yuvası harap olmuş kuşlar…

Ezan okunmuyor artık El Rızk Camii’nde, İmam Abdullah çoktan ıraklarda kaldı, Zeynel Bey Türbesi dersen, yerinde durmuyor…

Suya gömülmüş bir duvarın dibinde, ellerini yüzüne dayamış bir Süryani ağlıyor.

Orada, kendi sularında boğuluyor bir şehir. Yaşlı bir adamın son bir kez bakışını görüyorum; kim bilir kaç kez geçmiştir o köprüden, bir daha geçmeyecek; nice umutlar taşımıştır üzerinden, artık taşımayacak; korkuluklarına yaslanıp kaç defa seyretmiştir şehrini, bir daha asla seyretmeyecek…

Ahh, Hasankeyf!

Ahh, kendi sularında boğulan şehir!

Dayanılmaz oldu artık senin yalnızlığın.

Her resimde, yüreğime dokunan bir acı, her resimde biraz daha yok oluş, her resimde biraz daha hüzün…

Bir resim değil bu, bir tarih!

Önümdeki resme değil, koca bir tarihe bakıyorum.

Yalnızca bir tarih mi bu? Dicle’nin sularında bir tarihin, sessiz sedasız ölümüne bakıyorum.

Üstüme üstüme yürüyor ölüm, göğsüme göğsüme oturuyor bir hıçkırık, üzerime üzerime yığılıyor tarih.

Şimdi bunu nasıl sığdırmalı sözcüklere?

Şimdi nasıl doldurmalı bu acıyı kitaplara?

Bilmem, bunu nasıl anlatmalı gelecek kuşaklara?

* * *

Önümdeki resimlere bakıyorum; Hasankeyf’in resimlerine.

13 bin yıllık bir tarihin, artık tarih olmaktan çıkmış sudaki suretine bakıyorum.

Tarihin, sudaki sureti yalnız; tarihin sudaki sureti çaresiz, sudaki sureti katledilmiş tarihin!

Gelmiş, geçmiş cümle kavimlerinden katledilmiş bir tarihin, sudaki en son suretine bakıyorum.

Beş paralık elektrik için yok sayılmış, damarları tıkanmış, üzerine beton dökülmüş, soluksuz bırakılmış bir tarihin suretine bakıyorum.

Son kuşların son çırpınışları

Bir kez daha resme bakıyorum.

Resme değil, bir daha gidemeyeceğim bir şehre bakıyorum.

Gitsem de zirvesine çıkamayacağım; çıkıp da semalarında uçurtma uçuramayacağım, kıyılarında taht kurup oturamayacağım, mağaralarına girip taşlarına el süremeyeceğim…

Ocakları bir bir sönmekte, yolları kapanmakta, kadınları ağlaşmakta resimlere bakıyorum!

Her resimde kanayan bir yara, her resimde dram, her resimde derin bir sessizlik…

Şehirler kör, dilini kopartmış bir ülke, kulakları bir dünya; medeniyet dersen kapatmış elleriyle yüzünü. Ölü bir suyun aynasında, sanırsın Bedrettin’in bir ağaca asılmış gibi hüznü...

Bir türlü zaman geçmiyor Dicle’nin kıyısında; güneş batmıyor, su akmıyor, hüzün bitmiyor...  

İşte, son ağıtlar da yakılıyor, işte son kuşların son çırpınışları bunlar; hava giderek kararıyor, bir şehrin sudaki sureti sarardıkça sararıyor.

Neredeler?

Nerede kaldı o eski serüvenciler?

Nerede kaldı ağız dolusu gülüşleri onların?

Tarihi tarih yapanlar, neredeler şimdi? Tarihin büyük serüvencileri, neredesiniz?

Görmüyor musunuz, yaralıdır artık cümle sevinçlerimiz.

Dicle’nin suları, beyaz bir kefen gibi çekerken yüzüne tarihin örtüsünü, bir kez daha en masum yerinden kanıyor tarihimiz.

Bir kez daha yoruluyoruz insanlığımızdan.

Bir kez daha kırılıyor düşlerimiz.

Yazarın Diğer Yazıları

Çocuklar şeker, hayvanlar mama yiyebilsinler

Filistinli çocuklar şeker de yiyebiliyorlar mı? Peki ya Gebze'de katledilen can dostları bundan böyle mama yiyebilirler mi? Bir soru düşüyor aklıma; şeker mi, mama mı?

Aklın Ayak İzleri'nde yolculuklar (6) | Yüz karası değil, kömür karası

İçinde yol aldığımız bu serüven tanrı zamanda çıkılan bir yolculuk gibiydi. Var olmanın öncesinden, yok olmanın sonuna uzanan, aklın ayak izlerinde bir yolculuk... Karanlık, sınırsız, gizemli... 

Aklın Ayak İzleri'nde yolculuklar (5) | Bir kavalın ezgileri

Çınar ağaçları, iri koca gövdeleriyle gökyüzüne uzanmış bir abide gibiler. Ihlamurların arasından bize ulaşan rüzgârın sesi kuş cıvıltılarına karışıyor

"
"