Direniyordu!
Dişiyle, tırnağıyla, öfkesiyle direniyordu. Adaletten, eşitlikten, özgürlükten yana kuruyordu düşlerini.
Emekten, barıştan, paylaşmaktan yana söylüyordu sözlerini.
Nerede yaralı bir ceylan olsa, nerede kanadı kırık bir kuş görse oraya koşuyordu.
Yetişiyor; sarıp sarmalıyor, öpüyor, kokluyordu.
Yavrusu gibi bağrına basıyordu.
Adı Perihan Pulat'tı.
Direnişin annesiydi o.
Hayat denilen engebeli yolda ağartmıştı saçlarını.
Yetmiş beşine dayamış bile olsa merdivenini, henüz yeni çıkmış gibiydi yolculuğuna.
Bir hak arayıcısı olarak görevi, üstüne üstüne yürümekti adaletsizliğin.
Direnirken gülümsedi; gülümseyerek direndi.
Nerede bir hukuksuzluk görse, eyleme geçmek için gözünü kırpmadı.
Hiçbir kötülük onu yıldırmadı.
Cop yedi, zehir soludu, yerlerde sürüklendi.
Bir gün nükleere karşı bir yürüyüşte gördük onu, başka bir gün HES'lere karşı köylülerle birlikte direnişte, bir başkasında ABD karşıtı bir gösterinin içinde.
Somalı madencinin de yanındaydı, barış isteyen akademisyenin, KHK'dan ihraç edilenin de…
Bir adalet arayıcısıydı o.
Ne emir alıp biat eden, ne talimatla hizaya gelendi.
Mağdurların, haksızlığa uğrayanların, ötekilerin gözü pek annesiydi; işinden, ekmeğinden olanların; çaresiz kalıp açlığın koynuna yatanların; yüreği atıp ayağa kalkan, susmayıp itiraz eden, alınlarından öpülesi nice güzel çocukların Perihan Annesi…
Bir keresinde bahar mevsiminde görmüştüm onu.
Sosyal medyaya düşmüştü, yetmiş beş yaşının kanlar içindeki sureti.
Ak saçları lüle lüle, alnında kocaman yarası vardı; gözleri, yüzü mosmordu.
Zalimin hışmına uğramıştı.
Ankara'nın orta yerinde, işini geri isteyenlere destek için gittiği bir sokakta, polisler tarafından alenen darp edilmişti.
Adalet arayışına yeniden döndüğünde, "sen daha ölmedin mi?" diye çıkışmıştı zalim.
"Sen daha ölmedin mi?"
* * *
Öldü!
Öldü işte!
Sonunda öldü!
Sevinin, en sonunda öldürdünüz onu!
Bir bahar günü darp ederek yüzünü mosmor, gözlerini kan çanağı bıraktığınız Perihan Pulat bir daha toparlanamadı.
Solunum yetersizliğinden öldü!
Yüksel Caddesi Perihan ablasını kaybetti.
Onu, bu ülkenin sevgisizliği öldürdü; en ince damarlarına kadar sızmış kini, el kadar çocuklara öğretilmiş nefreti, ülkenin yakasına yapışmış isli karanlığı...
Bir parça da bizim sessizliğimiz öldürdü onu…
Perihan Pulat.
Eşi hastayken ölene kadar vefayla bakmıştı ona; korumuş, hep başucunda olmuş, sevmiş, okşamıştı...
Yetmişinde bile eşine âşıktı.
Hep onu koruduğu gibi korumak istedi ülkesini, hep onu sevdiği gibi sevdi.
Yirmisinde nasıl sevdalıysa ülkesine, yetmişinde de öyleydi.
Sevgisi hep insana ilişkindi.
Direnişi de öyle.
Hakça bir düzen içinde, insanın insanı sömürmediği, insanın insana zulmetmediği bir yaşam içindi çığlıkları.
Ona zulmedenler, hak arayışlarında onu nefessiz bırakanlar bunu anladılar mı, bilmem…
Hayatta, istediği tek dikili ağacının, bir zeytin ağacı olduğunu biliyorlar mıydı, onu da bilmem.
Hep bir koşturmaca içindeydi.
Koşturma derken, öyle ihale peşinde, para pul derdinde, haraç mezat alıp satmak hayalinde değildi yani.
Emekli bir hukuk kadını, bir adalet arayıcısıydı o.
Nerede bir hak gaspı, nerede bir hukuksuzluk, nerde adaletsizlik varsa oradaydı.
Zulüm kime yapılırsa karşısındaydı.
Hep insana dairdi düşleri, insanın insanca yaşayacağı güzel bir yeryüzüne dair.
Bu yüzden, hep insana dair oldu direnişi.
İşinden edilen memura, şiddet gören kadına, kredi mağduru öğrenciye, yerin yedi kat altında ezilen madenciye…
Sadece insana dair mi?
Kuruyan dereye, ıssız kalan vadiye, siyanürle zehirlenen ormana; deredeki balığa, vadideki keçiye, ormandaki ayıya; börtüye, böceğe, kelebeğe…
Kötülüğün bulaştığı her şeye dairdi sevgisi.
Ve işte bu yüzden, hep sevmekten kaynaklıydı direnişi.
O da, tıpkı diğer anneler gibiydi.
Kayıplarının peşinde ömürlerini heder eden Berfo Ana, Elmas Ana, Didar Ana'ydı; Galatasaray'ın kaldırımlarında yüreğine taş basmış, kaderine acı bağlamış bir Güzel Anne'ydi o.
Bu yüzdendir ki, tıpkı onlar gibi yaşadı; onurlu, direngen, umutlu.
Yaşamı boyunca, kendisi için hiçbir şey istemedi.
Tek isteği, gelecek kuşaklar için daha güzel bir hayat, tüm canlılar için yaşanabilir bir dünyaydı.
Yetmişini, çoktandır geride bırakmıştı; doksanında bile değil, yüzünde dikmek istiyordu hayalindeki zeytin ağacını.
Üstelik torunlarına kalsın diye de değil; barış için, gelecek nesiller için, tüm insanlık için.
Ne var ki ömrü yetmedi.
Haramilerin talanına uğramıştı ülkesi, zalimin hışmından almakta gecikmedi nasibini.
Perihan Pulat.
75 yaşında, emekli bir Sayıştay hâkimi, Ankara'nın adalet bekçisi.
Mağdurların Perihan Abla'sı, Direnişin Periş'i, Yüksel Caddesi'nin direnişçisi, bir sosyalizm işçisi…
Umudu, gülüşlerinde saklıydı; cesaretiyse yüreğinde.
Hiçbir zaman korkmadı zalimin zulmünden.
Ülkenin yakasına yapışmış o karanlık, o sinsi, o ceberut kötülük çekip aldı onu hayattan.
Başı hep dikti, akça pak alnı daima ilerideydi, göğsünü gere gere yürüdü.
Hep ayakta söyledi türküsünü.
Gülünce ağız dolusu güldü.
Direne direne öldü.