01 Temmuz 2024

Dersim kaç dağ içinde?

Kulaklarımda, anlatılan hikâyelerden kalma yaralı sözlerin izi var. Sorular birbirini yalanlıyor. Söyle bana ey şehir, senin çocuklarına idam fermanları çıkaranlar kim? Kim senin nehirlerine kelepçeler vuran, sofrandaki lokmana göz koyan? Hangi kirli asrın yüzü seni suyundan, toprağından koparan? 

Genç kız elindeki kimlik kartına dikkatlice baktı.

Doğum yeri Deşt!” dedi.

Evet evet, yanılmıyordu. Kenarları eprimiş eski kimlik kartının doğum yeri hanesinde “Deşt” yazıyordu. Kimlik belgesinin bir o yüzünü, bir bu yüzünü çevirdi; bir elindeki kimlik kartına, bir de yaşlı kadının kırışıklarla dolu yüzüne baktı.

Teyzeciğim, senin doğum yerin neresi?” diye sordu.

Yaşlı kadın masaya küçük adımlarla biraz daha yaklaştı. Kaşlarını kaldırdı. Hiç sevmezdi bu soruyu.

Deşt” dedi, “kızım Deşt!”

*  *  *

Leyla'yı Beklerken adlı öykü kitabımdaki "Babamın da Makinası Vardı" öyküsünden bir metindi yukarıdaki. Belgeselci ve sözlü tarih araştırmacısı sevgili Nezahat ve Kazım Gündoğan dostlarımdı. Bu ikili, Dersim’in Kayıp Kızları/İki Tutam Saç belgeselinden sonra kayıp kızların izini sürmeye devam ediyorlardı. Kazım, şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy dolaşır, anlatılar dinler, tanıklarla konuşur, bunların video kayıtlarını alırdı. Zor işti. Heybesinde, köklerinden kopartılmış çocukların yürek burkan öyküleriyle döner, yüreğinde birikmiş yükü boşaltmak için bana uğrardı.

Bunlardan birinde, 1938 tertelesinde ailesi ve köylüleri öldürülen küçük bir kız çocuğunun, sisler içinde kalmış bulanık belleğinden yavaş yavaş sıyrılarak yaşanan katliamı anımsayan Emoş Gülver’in hikâyesi vardı.

Kendisini evlatlık olarak alan subayı babası bilen, kimliğinde sadece Deşt yazan Emoş Gülver’in yaşamını, Kazım ve Nezahat belgesele çekmiş (Hay Way Zaman), ben de hikâyesini yazmıştım. (Leyla’yı Beklerken)

Pertek Kalesi su içinde kalmış, başı dik

Şimdi ben, aradan on bir yıl geçtikten sonra Deşt’e gidiyordum. Hakkında nice sohbetler yapıp, öyküler yazdığım Düzgün Baba diyarına, yitik bir tarihin topraklarına, kayıp kızlar ülkesine gidiyordum.

Gözlerim, yüksek dağların sarp yamaçlarında dolanıyor. Kına yeşili vadinin derinlikleri, kümeler halindeki ağaçlıklara konaklık etmekte. İçimde, sanki başka bir zamandan tanıdıkmış gibi gelen bu coğrafyaya karşı tuhaf bir yakınlık hissediyorum. Bir bölümü, artık Uzunçayır Baraj Gölü’nün uzantısı haline gelmiş Munzur ve Pülümür Çayı, eski hırçınlığından çok şey kaybetmiş, sakince akmaya devam ediyor.

Pertek Kalesi su içinde kalmış, başı dik. Dersim dağlar içinde. Bir yanında Karaoğlan, Sürünbaba, Bağır Paşa, bir yanında Akbaba ve Katır Tepesi, Mercan ve Sultanbaba Dağları. Eteklerinde Munzur Baba’nın gözyaşları…

Yöre halkıyla söyleşiler yapıyorum. Bir zamanlar, pek de şefkatli olmayan bir devlet aklının dağına, taşına, diline ve kültürüne yabancı topraklarda yaptıkları üzerine anlatılanlar. Yüzler ekşi, dudaklar buruk, gözler hüzün topu. Hikâyeler sert, hikâyeler dram akıyor bu coğrafyada. Daha önceden bildiğim, öykülerime de bulaşan, zaman zaman yazılarımda da yer alan, öteki tarihten öğrendiklerim dışında canlı hikâyeler dinliyorum:

Yakılan evler, boşaltılan köyler, yasaklanan yaylalar, mezralar…

Bir festival nedeniyle Ovacık-Tunceli yolu kapalı. Tırmandığımız dağ yolunda eşkıyalar kesiyor yolumuzu. İstedikleri şey kitap! Kitap istiyor Mehmed ve Muhammed Ali. Dersimli Mehmed’in dilinden akıyor hikâyeler.

Bir kez daha farklı kelimelerle kılıflanmış derin anlamlarla yüklü yeni sözler, eski kavramlarla birbirine karışıyor. Şark Islahat Planı, 1935 Tunceli Kanunu, Haydaran Aşireti, Dersim Harekâtı, Seyit Rıza, tedip, tenkil…

Zümrüt yeşilini sürmüş gözlerine Pülümür. Dereyi arkama alıp Deşt’e dönüyorum yüzümü. Tülük köyünün eteklerinde geçmiş zamanlardan kalma hikâyeler bana yol gösteriyor.

Deşt’in torunlarına rastlıyorum orada; Hüseyin, Ferhat, Haydar, Sabriye ve Naciye kadın. Zel dağının arkasından öyküler topluyorum. Harçik Çayı, Pax Köprüsü, 38 Kayalığı, Veraniz mezrası. Anlatırken kabuk tutmuş yaralar bir bir açılıyor, Savut köyünün eteklerinde Haydar’ın dudakları kanıyor; Abasan, Yusufan, Demenan, Haydaran ve daha niceleri…

Her birinin eline kendi tarihlerini tutuşturup ayrılıyorum.

Sen kaç dağ içindesin, kaç namlunun ucundasın Dersim?

Tunceli çıkışında, Munzur Çayı ile Pülümür Deresi’nin birleştiği yerden Erzincan yönüne sapıyoruz. Kısa süre Pülümür Deresi boyunca ilerleyip sonra çaya dik bir şekilde, dereyi arkamıza alarak tepelere doğru tırmanıyoruz.

İşte sağ tarafta yıkılmış eski karakolun yerinde şimdi mavi çatılı ev, işte Deşt’e giden yol, Tülük Köyü, Veraniz Mezrası. Bir kadının yaralı çocukluğunu görüyorum orada. Emoş Gülver’in sisler içinde sökün eden bölük pörçük çocuk anılarına gidiyor aklım. Sene 38, askeran basmış köyü, erkekler birbirine bağlı, kadınlar çocukların ellerinden tutuyor, bebeler biteviye ağlaşıyorlar. Kim bunlar, niye böyle sıralanmışlar, nereye gidiyorlar? Harçik Çayı neden böyle kan akıyor, mağaraları niçin zehir soluyor?

Kulaklarımda, anlatılan hikâyelerden kalma yaralı sözlerin izi var. Sorular birbirini yalanlıyor. Söyle bana ey şehir, senin çocuklarına idam fermanları çıkaranlar kim? Kim senin nehirlerine kelepçeler vuran, sofrandaki lokmana göz koyan? Hangi kirli asrın yüzü seni suyundan, toprağından koparan? 

Biliyorum bebelerin kayıp, kızların kayıp, tarihin kayıp senin.

Biliyorum sen, bire bir dövüşte yenilmeyenlerdensin. Söyle bana sen kaç dağ içindesin, kaç namlunun ucundasın Dersim?

İdam sehpalarına başı dik çıkanlar senin evlatların değil mi? Peki ya, şu dağlarda özgür dolaşan Bezuvarlar, karlarında açan kardelenler...?

Görüyorum, umudun bitmediği yerdesin sen hâlâ, özgürlüğe olan tutkun var, barışa dair inancın var. Hilesiz, sömürüsüz, haramisiz bir dünyaya olan özlemin var.

*  *  *

İşte dönüyorum.

Yabanıl, sert yüzüyle öfkesini bağrına basmış dağlar. Derin vadilerin kına yeşili eteklerinden geçiyorum. Yola saldırır gibi duran kızılağaçlar, dişbudaklar, çalılar ve türlü türlü ağaçlar, uzansan dokunacak kadar yakınlar.

Deşt’ten dönüyorum!

Düzgün Baba diyarından; Ana Fatma’dan, Gola Çetu’dan, Sultan Baba’dan; kayıp kızlar ülkesinden dönüyorum.

Bir süredir özgür akmıyor dereleri Dersim’in. Her gün yeni barajlar, yeni setler kuruyorlar. Bu güzelim vadiler; badem ağaçları, ardıçlar, meşeler, çan çiçekleri; buraları yurt edinmiş tilkiler, ayılar, vaşaklar ve bezuvarlar, yavaş yavaş sular altında kalıyor, tarih bir kez daha ağır ağır yaralanıyor.

Tarihin belleği en karanlık yerinden kanıyor

Doruklarda yalçın kayalıklara bakıyorum. Sarp ve hırçın dağlara, tepelere…

Araç hızla ilerliyor, anılar birbirini kovalıyor aklımın dehlizlerinde.

Tarih, tarih olalı bu coğrafyada susmuş, susmuş, hep susmuş. Ardımda, kendi belleğini kazmaktan yorgun bir şehir. Tarihin kir tutmuş perdesi yavaş yavaş aralanıyor, kazdıkça tarihin belleği en karanlık yerinden kanıyor. İsimleri bir bir sıralanıyor; Halvoriye, Zımeq, Kırnige, Serkemer ve Deşt…

Tunceli tabelası arkamızda kalıyor.

Önümde Pülümür Çayı, bilekleri kelepçeli, yas içinde. Arkamda Fırat Nehri, şimdilerde kâr akıyor sularında. Derin vadiler, sarp yamaçlar, bir süredir geçit verir olmuş dağlar…

Vadinin derinliklerinden kıvrıla kıvrıla akan Munzur Çayı. Yamaçlarında badem ağaçları, fundalıklar, sazlıklar… Her renkten yeşilini kendi zerreciklerine katarak, yer yer yorulmuş gibi yavaşlayıp bazen de hızlanarak akıyor.

Yüreğimin duvarlarında, hırçın bir rüzgârın kanatları. İşte karşıda derin bir vadi daha, işte ortasında döne dolana Munzur Çayı. Yamaçlarında badem ağaçları, fundalıklar, kızılağaçlardan oluşmuş yeşil bir perde. İçinde, Dersim’in kayıp çocuklarından Emoş Gülver’in sureti, bana gülümsüyor. Yüreğim pare pare, gözlerim ıslak, ruhum darmadağın. Dönüp arkama bakıyorum, Dersim’in bütün kayıp kızları bana el sallıyor.

Yusuf Nazım kimdir? 

Yusuf Nazım (1962) Hanak-Ardahan doğumlu. 1984 yılında Ankara'da, Hacettepe Üniversitesi Elektronik Mühendisliği Bölümü'nü bitirdi. Uzun yıllar bilişim sektöründe çalıştı.

1992-1999 yılları arasında Özgür Gündem, Özgür Ülke, Emek, Evrensel, gazeteleriyle; Gerçek ve Evrensel Kültür dergilerinde deneme, öykü ve yazıları yayımladı.

2007 yılında Hayat Televizyonu'nun ilk kurucuları arasında yer aldı. 2010'da bilişim sektöründeki profesyonel çalışmasını sonlandırdı.

2011 yılından itibaren Cumhuriyet, Radikal, Evrensel, Özgür Gündem ve BirGün gazeteleriyle; T24 ve bianet platformlarında yazıları; Evrensel Kültür ve İnsancıl Kültür Sanat dergilerinde öykü ve denemeleri yayımlandı.

2012-13 yıllarında Güneydoğu'da Diyarbakır, Batman ve Van illerinde çekilen Düşümdeki Uçurtma belgesel filminin genel koordinatörlüğünü yaptı.

Öykü kitapları Kızak (Evrensel Basım Yayın, 2012) ve Leyla'yı Beklerken (İnkılap Kitabevi, 2017). 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Free Palastine!

Avrupa ve Amerika’nın beyaz adamı, bir kez daha sömürgeciliğin küllerinden canlanarak kanlı dişlerini Orta Doğu’nun yumuşak karnına geçiriyor

Çocuklar şeker, hayvanlar mama yiyebilsinler

Filistinli çocuklar şeker de yiyebiliyorlar mı? Peki ya Gebze'de katledilen can dostları bundan böyle mama yiyebilirler mi? Bir soru düşüyor aklıma; şeker mi, mama mı?

Aklın Ayak İzleri'nde yolculuklar (6) | Yüz karası değil, kömür karası

İçinde yol aldığımız bu serüven tanrı zamanda çıkılan bir yolculuk gibiydi. Var olmanın öncesinden, yok olmanın sonuna uzanan, aklın ayak izlerinde bir yolculuk... Karanlık, sınırsız, gizemli... 

"
"