24 Ocak 2025

Bizi kim öldürdü?

Ölüm her yerde, her an ve her şeyde, sinsi bir pusuda bizi bekliyor. İstiyorlar ki merak etmeyelim, istiyorlar ki bilmeyelim, istiyorlar ki öğrenmeyelim!

2016 yılıydı.

Bir kongre için Kanada’nın Toronto şehrindeydik.

Ateşten, ölümden, kandan bir coğrafyanın yolcularıydık.

Gün geçmiyor ki büyük bir kötülük üstümüze üstümüze yürümesin, gün geçmiyor ki kalbimizin tuğrasında yeni bir yara daha açılmasın…

Adını Ergenekon koydukları operasyonlar, fırtına gibi esen gözaltı ve tutuklama furyaları, ev baskınları, derdest edilenler, kumpaslar, hileler, tuzaklar…

Biter mi? Sonrasında darbe girişimleri, toplu işten çıkarmalar, binlerce akademisyene soruşturma, cezaevine atılan bilim insanları, gazeteciler, yazarlar, sanatçılar… Ardı arkası kesilmeyen patlamalar, onlarca, yüzlerce ölü; kayyımlar, siyasetçi avı, Cumartesi Anneleri, taş ocakları, orman kıyımları, biber gazı, plastik mermi, cop, taciz, tecavüz…

Tesellimiz o ki cennet ülkemizin cehenneminden bir hafta uzak kalacağız.

Ottawa’dan dostlar gelmiş ziyarete, söyleşiyoruz.

Küfemizde ülkenin onca kahır yükü, paylaşmak kaçınılmaz oluyor.

Bir ara merak edip arkadaşıma soruyorum:

“Söylesene, sizde en çok neler haber oluyor?”

Arkadaşım gülümsüyor:

“Vallahi bizde at bahçeden kaçtı, kedi ağaca çıktı, ördek suya düştü gibi şeyler haber oluyor…”

İçim acıyarak gülümsüyorum.

* * *

Odamda çalışmaya dalmışım.

Başımı kaldırıyorum, bir haber!

Kelimeler hoyratça hücum ediyor üzerime!

Yangın, ateş, feryat ve ölüm sözcükleri dökülüyor ekrandan.

Korkarak taramaya başlıyorum haber ajanslarını…

Bolu’da bir otel yangını: 10 ölü!

Ne olmuş, nerede olmuş, nasıl olmuş, anlamaya çalışırken fark ediyorum; ışık hızında çoktan harekete geçmiş bile bizim beyler!

Hakkımızda hüküm verilmiş, gereği düşünülmüş!

Tez elden sıralanmış kanun hükümleri: Anayasa’nın 28/3 ve 26/2 maddeleri, bilmem kaç sayılı basın kanununun falan filan maddeleri… Kamu düzeni, halk sağlığı, devletin ve milletin güvenliği…

Her türlü haber, röportaj, eleştiri ve benzeri yayınların yapılması yasaklanmış!

Yangından daha hızlı yayılıyor yasak!

Gerçeğin üzerine sis perdesi çöküyor. Her şey ve her yer karanlık… Ölüm ve bilinmezlik kol kola. Saatler geçiyor, ülke ayakta, insanlar bilmek, gerçeği öğrenmek istiyorlar.

Oysa haber metinleri taş kesilmiş, sözler kelepçeli, kelimeler tutsak.

Radyo Televizyon Üst Kurumu boş durur mu hiç?

Görevi gereği anında devreye girmiş:

“Yayın yasağına uymayanlara en ağır yaptırımlar uygulanacak.”

Haaa!

Yani?

Yani otele ruhsatı kim vermiş?

Sormak yasak!

Denetlemesi kimin yetkisinde?

Merak etmek yasak!

En son güvenlik kontrolleri ne zaman yapılmış?

Haddine mi, öğrenmek yasak!

Yangın merdivenleri yeterli mi?

Zinhar, araştırmak yasak!

Otelin içinde yangın söndürme sistemi devreye girmiş mi?

Devletin bekasını kurcalamak, soruşturmak yasak!

Otelin denetlenme yetkisi itfaiyeden ne zaman alınmış?

Milletin güvenliğini riske atmak olur mu, konuşmak yasak!

* * *

2012 yılı, Bangladeş.

Tazreen Moda Fabrikası yangınında 112 işçi öldü.

İşte bu yangından başka, dünyada son 50 yılın en büyük yangın faciasına ev sahipliği yapıyor bu ülke.

Acıyı bir kader gibi üstümüze giydirmeye çalışıyorlar.

Gerçeğin karşısında korkak, yasak getirmekte cevvaller!

Ölümü de acı gibi kader bilelim istiyorlar.

Yaşama değil, ölüme alıştırmak istiyorlar bizi.

Ve biz hep ölüyoruz.

Birer birer, onar onar, yüzer yüzer ölüyoruz!

Ölüm her yerde, her an ve her şeyde, sinsi bir pusuda bizi bekliyor.

Bir dağın ıssızlığında, bir tren garının sahipsizliğinde, dümdüz ovada bir demiryolunda; yerin yedi kat derininde, gözden ırak bir madende, bir çocuk parkının masumluğunda ya da bir otelde, sessiz bir uykuda…

İstiyorlar ki merak etmeyelim, istiyorlar ki bilmeyelim, istiyorlar ki öğrenmeyelim!

Oysa sormak doğamızda, vazgeçilmez bir eylemin adı.

Ve bilmek hakkımız.

Bu yüzden avazım çıktığınca, gücüm el verdiğince, nefesim yettiğince bağırıyorum!

2 yaşındaki Bekir'in, 5 yaşındaki Muhammet'in, 7 yaşındaki Mavi'nin ağzından soruyorum:

Söyleyin, bizi kim öldürdü?

Yusuf Nazım kimdir? 

Yusuf Nazım (1962) Hanak-Ardahan doğumlu. 1984 yılında Ankara'da, Hacettepe Üniversitesi Elektronik Mühendisliği Bölümü'nü bitirdi. Uzun yıllar bilişim sektöründe çalıştı.

1992-1999 yılları arasında Özgür Gündem, Özgür Ülke, Emek, Evrensel, gazeteleriyle; Gerçek ve Evrensel Kültür dergilerinde deneme, öykü ve yazıları yayımladı.

2007 yılında Hayat Televizyonu'nun ilk kurucuları arasında yer aldı. 2010'da bilişim sektöründeki profesyonel çalışmasını sonlandırdı.

2011 yılından itibaren Cumhuriyet, Radikal, Evrensel, Özgür Gündem ve BirGün gazeteleriyle; T24 ve bianet platformlarında yazıları; Evrensel Kültür ve İnsancıl Kültür Sanat dergilerinde öykü ve denemeleri yayımlandı.

2012-13 yıllarında Güneydoğu'da Diyarbakır, Batman ve Van illerinde çekilen Düşümdeki Uçurtma belgesel filminin genel koordinatörlüğünü yaptı.

Kızak (Evrensel Basım Yayın, 2012) ve Leyla'yı Beklerken (İnkılap Kitabevi, 2017) isimli öykü kitapları ile Aklın Ayak İzleri, (3 Cilt, İzBB Yayınları, 2024) isimli romanı vardır. 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Gazze’de büyük geri dönüş: “Aslında ev de yoktu!”

Yavaşça yere çömeldi, elini kederle dizine koydu. Bildiği bütün sesler, sözler, kelimeler boğazında erir gibi oldu. Arkasına döndü, üzerine tünediği moloz yığınına anlamsız gözlerle baktı. İçine girdiği şey bir taş yığınından ibaretti, aslında ev de yoktu

‘Şeytan’la muhabbetler!

Şeytan, insanla birlikte var olmuş ve onunla beraber yaşamaya devam ediyor. Yaşıyor; yakıp yıkıyor, kavuruyor, bombalıyor, öldürüyor ve gezegendeki her toprak parçasına kötülük yaymaya devam ediyor

Kemençeler geçidi

Kemençelerden yükselen notalar, Vasilliadis’in ardından yükselen bir selam, bir veda gibi… Onlarca müzisyen, melodileriyle ona eşlik ediyor. Tıpkı Marika’nın ardından rembetislerin söyledikleri o son serenat gibi…

"
"