09 Kasım 2019

Bir kentin ölüm defteri

Dicle’nin iki yakasında betondan bir kefene sardılar, köklerimden kopardılar beni!

Ankara’dayım.

Bir kentin ölüm defterini yazıyorum.

Önümde, sonbahar gibi açmış bir park. Güvercinler birbirine sokulmuş ağaçlarda.

Havada pastırma sıcağı, lakin içimdeki çocuk üşüyor.

Uzaklarda bir şehrin ölüm çığlıklarını duyuyorum; sessiz, ruhuma dokunuyor yalnızlığı.

Adı Hasankeyf, tarihinden boğulan bir şehir. 

İçimde eski zamanlardan çırpınışlar.

Hamamönü Mahallesi’ne dönüyorum yüzümü.

Pencereler, yabancı gözlerle bakıyor bana, sanki tanımamışlar gibi beni.

Duvarlarına rengârenk hayallerimizi nakşettiğimiz şu semt; işte bir aralık günü önünde arkadaşımla durup sebepsiz gökyüzüne baktığımız o yurt! On yedisinde bir çocuğun, Erdal Eren’in ölüm haberini aldığımız o yer…

Eski yüzlü evlerinde yasak düşler kurduğumuz sokaklardan geçiyorum. Nasıl da değişmiş bu şehrin yüzü.

Hamamönü Durağı’nda eskilerde bir anının silüeti kesiyor apansız önümü; polis üniforması içinde sıkıyor boğazımı.

Mahallenin eski sahiplerinden eser yok!

Bu şehir, kurtlar sofrasında terk edilmiş, yapayalnız. 

Haramiler basmış dört bir yanı. Hamamönü'nü nasıl da paylaşmışlar aralarında. Sorsan, her hikâyede bir hüzün saklı, her taşın altından başka bir bürokratın adı…  

Kalbimse uzak bir şehrin çığlıklarında:

“Ahhh, yaralıyım ben!

Bir nehrin kıyısında sahipsizim! 

Beş paralık elektrik için ölüme mahkûm edilmiş bir tarihim ben!

Gezdiniz mi, çaresiz bir suskunluk içinde avlularım?

Geç değil sesimi duymak için, tanıyın beni!

Artuklu’dan kalan son eserim ben; azala azala tükenmiş Süryani’nin sesiyim, Eyyübi’nin nefesiyim; ben Zeynel Bey’im, İmam Abdullah’ım, Kayalar Kenti Hısnı Keyfa, nam-ı diğer Hasankeyf’im ben!

Duydunuz mu sesimi?

Önce koruma altına aldılar beni, sonra kanunlara sarıp ölüm hükmümü verdiler!

Bakın, evlatlarım yetim kalıyor, çocuklarım ağlaşıyor eteklerimde! 

Ölüm, soğuk bir suskunluk olmuş yürüyor bedenime, tenim sararıyor biteviye.

Ruhum çelik pençelerinizle paramparça, her gün demirden putrelleri saplanıyor medeniyetinizin etlerime.”

*  *  *

Bir kentin ölüm defterini yazıyorum.

Kaleminden kan damlıyor cellatların.

12 bin yıllık bir tarihin ölüm fermanı imzalanıyor başkentin saraylarında.

Ankara’nın sokakları değişmiş. Ayaklarım Altındağ’da bir müzeye sürüklüyor beni.

Anadolu’da bir medeniyetler mucizesi!

1 milyon yıl öncesinden konuşuyor tarih. Anadolu'da, Mezopotamya’da can bulmuş nice kavimlerin ayak izleri; Asurlular, Hititler, Frigler; Efes, Kapadokya ve Klikya…

Bir köşede sessizce can çekişiyor Hasankeyf; eteklerinde bir telaş, ağlama sesleri, yakarışlar:

“Duydunuz mu beni?

Dicle’nin iki yakasında betondan bir kefene sardılar, köklerimden kopardılar beni!

Suskunluğunuz her gün biraz daha acıtıyor yüreğimi, her gün biraz daha kanıyor yaralarım.

Canım yavaş yavaş çekiliyor toprağımdan. Taşlarım sessiz, sokaklarım kimsesiz, mağaralarım nefessiz kalıyor!

Hala çok geç değil, görün beni!

Tarihi tarih yapan, tarih içinde mucizevi bir yolculuğum ben!

Dicle’nin iki yakasında tarihe sığmayan insanoğluyum ben!

Taşlarımda onlarca kavmin ayak izi var.

On iki bin yıldır susmamış nefesim var!

Mağaralarımda binlerce yıllık bir tarihin kokusu var.

Tanıyın beni!

Kayalar Kenti Hısnı Keyfa’yım ben; El Rızk Camii’nde namaz kılan, Süleyman Han Camii’nde ezan okuyan, hemen her gün Orta Kapı’dan geçen, Sasani’dilinde bir ilahiyim ben!

*  *  *

Bir kentin ölüm defterini yazıyorum Ankara’da.

Tandoğan'dan aşağıya iniyorum. Ankara Garı bir yanımda, Hacettepe’ye dönüyorum yönümü. 

Arkadaşım anlatıyor. Bu sefer, taze bir anının sözcükleri kesiyor yolumu; bir celladın iri, kanlı elleri gibi sıkıyor boğazımı:

“Kortejin ortasındaydım. Bir duman bulutu yükseldi ileride. Koştum ki havada çığlıklar, biber gazı, ortalık kan deryası…”

Kapatıyorum gözlerimi; bir sonbahar vakti, insanların yaşama sevinci nasıl kopartılırmış…

Samanpazarı’nı geçiyorum, Ankara Kalesi’ne dönüyorum yönümü.

Şimdi Dış Kale’deyiz!

Rivayetlerinde Hititlerin adı var. Taş duvarlarında Roma’dan, Bizans’tan, Selçuklu’dan izler. Ankara’nın ilk camiisi; Sultan Alaattin; minareleri Dev Duran’la karşılıklı bakışıyorlar İç Kale’de. Eteklerinde korkuyla birbirine sokulmuş evler. Daha aşağılarda kentsel dönüşümün hışmı, harap olmuş mahalleler; Hıdırlıktepe, Çandarlı, Yenidoğan, Tepebaşı…

Tarihin derinliklerinden geliyor yüreğimi dağlayan o ses:

“Ahhh, kimse yok mu?

Ben Hasankeyf’im, tarihinden kanayan bir şehirim ben!

Niye sularımla boğuyorlar beni, yetişin, niye betondan bir mezara koyuyorlar beni?

Niye böyle yalnızım, nerede adını koca bir çağa veren uygarlık, niye böyle yanılmışım ben?

Duyuyorum, kanun hükmünde kuşatmışlar beni, cümle kalelerimi zapt etmişler, çırılçıplak soymuşlar bedenimi.

Hakkımda ölüm fermanları yayınlamış haber ajansları; çeperlerimde dinamit sesleri, duvarlarımda greyderler, dozerler…

Yüreğim, Dicle’nin sularında pare pare şimdi; taşlarımda barut kokusu, duvarlarımda medeniyetinin diş izleri.

Ahhh, boğuluyorum! 

Duyun beni!

Adım tarihimde saklı.

Gidip de bir daha geri gelmeyecek olanım ben.

Vakit geç artık! Yollarımı da kestiler, son pencerelerimi de kapattılar, güvercinler de terk etti beni, kuşlar da...

Hiç değil duyun çığlığımı! Cümle kapılarım kapanırken üzerime, son bir kez bakın gözlerime.

Tarih, iri puntolarla yazacaktır cellatlarımın adını, bir kentin ölüm defterine...

Yazarın Diğer Yazıları

Çocuklar şeker, hayvanlar mama yiyebilsinler

Filistinli çocuklar şeker de yiyebiliyorlar mı? Peki ya Gebze'de katledilen can dostları bundan böyle mama yiyebilirler mi? Bir soru düşüyor aklıma; şeker mi, mama mı?

Aklın Ayak İzleri'nde yolculuklar (6) | Yüz karası değil, kömür karası

İçinde yol aldığımız bu serüven tanrı zamanda çıkılan bir yolculuk gibiydi. Var olmanın öncesinden, yok olmanın sonuna uzanan, aklın ayak izlerinde bir yolculuk... Karanlık, sınırsız, gizemli... 

Aklın Ayak İzleri'nde yolculuklar (5) | Bir kavalın ezgileri

Çınar ağaçları, iri koca gövdeleriyle gökyüzüne uzanmış bir abide gibiler. Ihlamurların arasından bize ulaşan rüzgârın sesi kuş cıvıltılarına karışıyor

"
"