Ağustos, yine yangınlarla geldi. Sükûn yok, belli ki uzun süre de olmayacak. Yine telaş içinde şehirler, yine sabırsız geçiyor günler.
Seçmek ve seçilmek nicedir günah artık bu coğrafyada. Demokrasi, çoktandır bir maskeye dönüşmüş, iri, kıllı elleriyle hunharca yürüyor üzerine, kadim şehirleri boğazlıyor.
Ah Diyarbakır; güllerin diyarı, 27 kavme yurt olmuş Amida; Doğunun incisi Van; Masalların ve efsanelerin efendisi Mardin; üç şehrin iradesi birden kırılıyor.
İşte size, adına parlamenter rejim denen şeyden kalan bakiye. İşte size, üstüne toz kondurulmayan millet iradesi. İşte size demokrasinin vazgeçilmez cazibesi.
* * *
Bayram sonrası. İzmir’de bir hastane. İğne atsan yere düşmez bir kalabalık.
Kadın, hastanenin koridorunda. Bir türlü gelmeyen sırasını bekliyor. Kocası Şırnak’ta bombacıymış, öyle diyor; ayda on bin lira alıyor, yetmiyormuş. Yaşadığı şehirden hikâyeler anlatıyor yanındakilere…
Bizzat tanığıymış, seçimlerde sürekli para dağıtıyormuş AKP. Üstelik, Halk Eğitim’den başvuranlara, batıda en lüks otellerde tatil…
HDP’liler mi? “Hepsi de terörist,” diyor! “Ama,” diye ekliyor, “asla oylarını parayla satmıyorlar…” Sonra gülümsüyor; “aslında iyi insanlar, bir de terörist olmasalar…”
Makbul devlet adamları
Diyarbakır’da bir caddedeyiz.
Kalabalıklar toplanmış öbek öbek. Şaşkın ve öfkeliler... Millet iradesi denen şeyden, nasiplerine düşenin peşindeler. Teslim etmek istemiyorlar iradelerini…
“Oyumu istiiiim! Oyumu istiiiim!” diye bağırıyor yaşlı bir kadın.
Ne var ki “cahiller.” Ne oyları makbul, ne de tercihleri! Böyle buyuruyor, makbul bir televizyon kanalının prime time’ına post atmış bir yorumcu; kerameti kendinden menkul, kibirle sıralıyor cümlelerini. Unvanı mı? Efendisince makbul görülmüş bir güvenlik uzmanı o…
“Helal oyları kaptırmayacağız” diye, sıraya giriyorlar makbul devlet adamları. Zulalarında haram sözcükleri saklıyorlar, ceplerinde ayetler. Hepsi de zekâ küpü; çok eğitimli, görgülü, kültürlü; hanımefendiler, beyefendiler; demokrasi aşığı hepsi...
Diyarbakır’ın caddelerinde TOMA'lar. Tafrayla tutmuşlar sokak başlarını. “Helal oyları istismar ettirmemek” telaşındalar. Talimat bekliyorlar efendilerinden. Birazdan bir böcek sürüsü gibi önüne katıp püskürtmeye hazırlar ahaliyi…
Kalabalıklar dalga dalga. Yüreklerinde ulu orta bir isyan. Kırık dökük sözcükleri ısırıyorlar dişlerinde. Kimi esnaf, kimi şoför, kimi memur; öğrencisi, işsizi, genci…
En çok da kadınlar… Kol kola, zılgıt zılgıta kadınlar… Öfkeleri, bakışlarından bulut bulut sızan kadınlar… Hep en öndeler, hep yüzleri mağrur, hep başları dik. İradesi zapt edilmiş, hayalleri çalınmış bir kentin insanları bunlar…
Karşılarında, sanırsın düşmana karşı, bin yıllık kudretiyle şatafatlı bir ordu. Göz açtırmıyor kolluk. Kibirleri boylarından büyük, kinleri nemruttan beter; arkalarındaysa saraylar ve saltanatlar...
Şiddet kol geziyor sokaklarda; dört yan akrep, kılıç, kalkan, biber gazı, maske, cop; buyruk üstüne buyruk; ters kelepçe, göz yaşartıcı bomba, kanun hükmünde kararname; dilediğince darp, keyfince gözaltı, istediğince hapis… Velhasıl, demokrasiden göz gözü görmüyor ortalık. Diyarbakır, Van, Mardin... Bir kez daha acımasızca yağıyor talimatlar, bir kez daha kırılıyor iradesi şehirlerin.
Neylersin, güçlüler; dualarla kutsanmış zırhları var; demire ve çeliğe bürünmüşler. Güçlüler, her daim acı ve zehir kokuyor nefesleri…
Yasalar koymuşlar; itaat etsinler diye. Torba torba kanunlar çıkarmışlar; boyun eğsinler diye. Ayetler indirmişler; yoldan çıkmasınlar diye…
Elazığ Bulvarı’nda bir kadın oturuyor
Zaman bir yanda hüzünlü ve buruk, alkışlarla geçiyor. Bir yanda hantal, paslı, çürümüş gövdesiyle bir çark dönüyor. Bürokratlar demeçler veriyorlar birbiri peşi sıra. Vicdanlar mütemadiyen ölüyor, tuz kokuyor, ajanslar zehir püskürtüyor üç şehrin üzerine.
Elazığ Bulvarı’nda bir kadın oturuyor. Dağ Kapı’nın arkası şimdi bir küfür. Yere bağdaş kurmuş, öfkesini burnundan soluyor kadın. Diyarbakır’ın bazalt kayaları gibi ağır, sert; ak leçeği altında, canlı bir heykeli andırıyor yüzü.
Öfkeyle sallıyor bir elini, yumruklarıyla dövüyor bağrını. Sitemi tanrısına mıdır, yoksa bir kentin kaderine mi? Korkunun zerresini aramak boşuna gözlerinde, bilinmeyen bir dilden söylüyor şarkısını.
Anlamıyorum… Ama olsun. Bir yerden tanıdık geliyor ezgisi, teni tenime dokunuyor, duyguları duygularıma… Sesinde, gelmiş geçmiş cümle kavimlerin ahı, bir ağıt olup akıyor Amida’nın surlarına…
Zaman nasıl da acımasız akıyor bu diyarda. Hevsel Bahçeleri hiç bu kadar yalnız olmamıştır belki, yavaş yavaş soluyor. Dicle’nin kıyısında, beş bin yıllık bir mezara dönüşüyor bir şehir.
Aklım, geçmiş zamanların burgacında. Ulu Camii’nin minaresi, Surp Giragos’un çan kulesi, Keçi Burcu’nun hikâyesi. Güneş, Urfa Kapı’nın üzerinden ağır ağır batıyor. Sur Dibi’nde bir çocuk ağlıyor, bir düş bozuluyor, bir kez daha kırılıyor umut, son kavmin ayak izleri de yavaş yavaş soluyor.
Bir esinti, bir rüzgâr çıkıyor, ruhumda aykırı düşler, içinde bir fırtına. Beynim asi sözcüklerin kıskacında, dayanamıyor, pervasızca kanıyor.
Eğilip bakıyorum. Bir çocuğun mavi gözlerinde görüyorum geleceği; “bizi unutmayın,” diyor; “bizi unutmayın!”
Kalbim, yıkılmış bir kentin surlarında; harap ve çaresiz. İçinde yaralı bir kuşun çırpınışları. Amida’nın çığlıkları bunlar. Amida’nın çığlıkları.