26 Ağustos 2012

Yalnızlar Evrenkenti & Recep

Ben bilmem, eşim bilir. Yumuşatılmış dahi olsa bilen beydir. \"Bilmek,\" kolayca kazanmanın yolunu bilmek olmuştur

Ben bilmem, eşim bilir. Yumuşatılmış dahi olsa bilen beydir. “Bilmek,” kolayca kazanmanın yolunu bilmek olmuştur.

İki film üzerinden kurtarıcı beklentisi üzerine ahkâm kesmek istiyorum bu kez. Kurtarıcının giyindiği yeni kimliklerine de. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim, Anglo-Sakson dünyasında ve onlara bağlı Batı dediğimiz emperyal ülkelerin halklarını da zehirleyecek şekilde, kapitalist dünya küresel bir umutsuzluğu ve yalnızlık fetişizmini körüklemekte, bu dünyayı daha yaşanılır kılabiliriz umutlarını köreltmeye ve de umuda ayrılan yeri azaltmaya çabalamaya devam etmektedir. Hal böyle olunca da her koyun kendi bacağından asılacaktır, felaket, kıyamet eşiğimizdedir. Ölüm ensemizdeyse vuralım patlasın, çalalım oynasın.

Kültürel alanlarda da umut ile umutsuzluk üretimi arasında ciddi bir savaş yaşanmaktadır. Umut üretmeye, dünyayı daha yaşanılır kılmaya, kardeşliği ve insaniyeti, paylaşımı yeşertmeye ve yerleştirmeye çalışanların elindeki kozlar ve kuvvetler azınlıktadır, haliyle onları ‘organik’ diye nitelendirebilirim. Dünya iktidarı, zalimlerin, yapıntı, riyakâr, hormonlu ve GDO’lu çetelerin iktidarıdır.

Yazımın başlığındaki iki film benzeri yapıtlar ise, umutsuzluğu körükleyip korku endüstrisinden de para kazananlara örnek olduğu gibi, iyi kötü çatışmasının aslolan kalıp olduğuna bizleri inandıran iki yeni yapıt. Her doğrunun ve güzelliğin böylesi ikili karşıtlıkların çatışmasından ve haliyle de birinin galip gelmesinden doğacağına inandığımız içindir ki kitleler yine müsrif beklentiler içine, örneğin kurtarıcı beklentisine, bu kurtarıcı beklentisinin de daim olması gerektiğine inandırılırlar.

Bugünlerde vizyondaki “Lincoln: Vampir Avcısı” (Yönetmen: Timur Bekmambetov) adlı filmde ilerde siyasete atılıp başkan olacak Lincoln (kuzey eyaletleri) ve yandaşları ile vampirler (kölelik yanlısı ırkçı güney eyaletleri) arasındadır bu ikili çatışma. David Paul Cronenberg’in filmi “Cosmopolis”te (evrenkent) ise genç işadamı Packer’in Manhattan’da saç traşına giderken trafiğe takılması ile uzayan yolculuk sırasında limuzini dışında sokaklarda gösteri yapıp kendilerini yakanların unutulup gittiklerine dikkat çekilmesi sistem eleştirisi gibi görünebilir. Edgar Allan Poe’nun Roderick Usher’ı ve tabii ki Molière’in “Hastalık Hastası” adlı yapıtındaki (1673) Argan gibi hastalık hastası (hipokondriak) genç patron ile onun limuzinine girip çıkan ve yine onun sisteminin adamları ile bu patronu öldürmeye çalışan bir katil adayının hikâyesini anlatır “Cosmopolis”. Bu kez ikili karşıtlık iflas eden patron genç işadamı ile onun yanında eskiden çalışıp harcandığı için intikam peşinde koşan bir adam arasındadır. Ciddi bir tartışma metnine sahip Cosmopolis’te anlatılan, bu ciddi senaryosuna karşın (yazan yine Cronenberg), sokaklarda yürüyenlerin, isyan edenlerin, protesto için kendini yakanların öyküsü değildir. Onlar nasıl olsa unutulacaktır. Bellek ya da tarih, madun halkı ya da isimsiz masum insanları değil, varsılları ya da kahramanları ölümsüz kılar. Lincoln de tiyatroya giderken vurgular bunu. Fakat genç işadamını öldürmek isteyen kişi Cosmopolis sonunda karşısına çıkar çünkü ölümü ensesinde hep hisseden Packer katiline doğru yolculuk yapmaktadır bu kâinat kentinde. Tıpkı veremli Molière’in kendi yazdığı Hastalık Hastası’nda oynarken tutan öksürük krizine karşın oyunu tamamlaması ve sonra evde ikinci kez gelen krize yenik düşmesi gibi bir son beklemektedir evinde iki ayrı asansörü bulunan işadamını.

\

Packer’in filmin final sahnesinde kendi avucuna kurşun sıkması ile delinen sol el, çarmıhta eline çivi çakılan İsa’ya göndermedir ki final repliklerde bu dini efsane belirginleşir. Kapitalizmin İsa’sı bu yapilerdir (Yuppie: Young Urban Professional) ve sistem (tanrı mı?) onu iflastan kurtaramadığına göre, o da emrinde çalıştığını bile bilmediği bir gafili, keşiş kılıklı ‘ezik’ caniyi nasıl kurtaracaktır ki? İsa’nın babası tanrıdan göremediği yardım, günümüz kapitalist dünyasında genç işadamını da, emrindeki katil adayını da İsalaştırır. Cürüm işlemeye hazır şirket eski çalışanı patronuna kurtarıcı müsrif beklentisi yüklemiştir (haliyle tanrıya yüklenen BABAlık görevi, yenidünyada patrona yüklenmiştir; acizliğimizin doruk noktasındayız. Üstelik döviz kurlarındaki ani değişiklik yüzünden patronun kendisi kurtarılası bir durumdadır ve onu ilk terk eden de karısı olacaktır.

Sistem öylesine paranoyak yapar ki bizi, ara mekândakilere de güvenmememiz gerektiğini de öğreniriz. Cosmopolis’teki genç işadamı limuzine hiç girmeyen ama aracın dışında yürüyerek onu koruyan emniyet şefini kendi şifreli silahı ile öldürüverir, ani bir kararla. İçgüdüsel bir tepkidir bu çünkü saf değiştirebilecek bir eşik karakterinin saf dışı edilmesi gerekmektedir. Hayatta kalma içgüdüsü diye de açıklanabilir bu temel içgüdü. Bu tepkiyi anında olumlarız iktidarı, varsıllığı korumak için en yakınına bile güvenmek hatadır. “Muhteşem Yüzyıl” da böyle söyler.

Sistem ikiyüzlüdür. Açgözlülüğü ve tüketimi dayatması karakteriyken, inançlı ‘ayaktakımının’ az ile yetinmesinin de erdem, hatta peygamberlere yakışan bir tavır olduğunu, haliyle peygamber alicenaplığı giyinerek onların değerini de giyinebilecekleri yanılsamasını da yaşatır aynı kesime. Cebim delik, karnım gurul gurul ama olsun namuslu ve Allahın sevgili kuluyum. Elbette Recep ayının ilk cumasına denk gelen Regâib kandilinde ihsanlar ikramlar benim kapıma da gelecektir. (Seçimlerden önce oy almak istediklerinizin kapısına gidip ikram ve ihsanda bulunmak adeti yinelenir mi gelecek seçimlerde?)

Kurtarıcıya hep ihtiyacımız olacaktır, arkamızı kollamayı sürdürmemiz lâzımdır (Kill Bill filminin afişi gibi). Bu inanç paranoyayı besler ki bu da vahşi kapitalizmin beslenme çantasındaki en değerli, minerali bol besinlerin başında gelir: Korku ve paranoya. İnanç kurumları da bu senaryoyu körükler durur. Kitleler bahtiyar köleler olarak yaşamayı ve popüler sinema vb. yapıtlarındaki karakterlerden birileri ile empati kurup kendilerini suçlu hissetsinler ve haliyle de itaat etmenin erdemlerine inanıp cürüm işleyeceğiz korkusu ile boynum kıldan incedir demeyi sürdürsünler. Çoğunlukla boynum kıldan incedir demeyi yeğleriz çünkü sistemin ikramları, ihsanları (ragîbetler) olacaktır nasıl olsa. Beş aylık hamile de olsam, bacaklarımı ayıra ayıra, çocuğumu düşürme riskini de göze alarak o arabayı evime götürmek üzere kocamla birlikte ‘70 milyonluk’ kozmopolisin gözleri önünde urganı dolarım koluma, çekiştiririm var gücümle. Ben yapardım erkek olsaydım derim sonra da, hatta ilerde çocuğuma da anlatırım: “Bu baban çelimsiz çelebi, onun yüzünden kaçırdık arabayı, bak izle bak, baban olacak nasıl da hırssız. El âlem semirmiş, güçlenmiş arabayı nasıl da çekiverdiler kendilerine. Sakın yavrum, bak ananın öğüdünü dinle, ilerde kendi bildiğini oku, “Ben bilmem, eşim bilir” deme sakın. Bakma karının, kocanın ağzına öyle. Vuruver, kaldırıver, kırıver, çekiver, alıver ve hep daha çok iste.” Beyin bilmezse, sen biliver bre kadın!

Evinizin ‘praym taymında’ böyle hırslanmış bir hamile kadın görüntüsü hoşunuza gitmezse zaplayın kendinizi başka bir kanala, haber programları dahil bütün kanallarda korku, şiddet, cürüm göreceksiniz. Bir kanalda sistem size sürekli olarak “ödül var, çalışmanıza gerek yok, çok para var, ev, araba var koşun gelin, bilgiye de gerek yok, paraları kapabilir, köşeyi dönebilirsiniz” der. Öteki kanallar da (ki bu kanallar hep geçmişi kandillilerin hikâyelerini anlatır ve çoğunluktadırlar) korkudan ödünüzü patlatırlar: Böh, dunganga, öcüüüü, bak veririm amcaya, bak karışmam, öyle yapma eski kocan gelir seni keser, böyle yapma Silivri’de bulursun kendini, olmadı bir hendekte, çöplükte, Deve Dilaver’in hüküm sürdüğü bir imparatorluk görüntüleri. Sanki bilim kurgu filmi yaşıyoruz bu cinnet mekânda. Bu düzenek hiç değişmiyoruz, korku ve kaygı ile nasıl yaşarız Salih (Bolat). Bugün de eve gitmesem, şarkı söylesem.

Ayşe Kulin de “İpek’in Konukları”nda der ki, yazarak geçinebilme mutluluğunu ve özgürlüğünü elli yaşımdan sonra tattım, bu ayrıcalıktır, bana özenin, ben şanslıyım (neredeyse bu dediklerimi 20 yakınınıza yollayın, sizin de başınıza gelsin demek üzere gibidir), hem de iki kez. Kimse demez Emily Dickinson gibi, “Beni özenle aç!” diye çünkü hiç kimsenin cesareti yoktur özenle açılmaya, korkarlar çünkü açıldığında altından özen hak eden ve özen gösterilmiş bir yapıt çıkmayacağının anlaşılacağından. Çok satanlar listesinde Yaşar Kemal’in gerilere düşmesine pek üzülmüş görünen Kulin, çok iyi bir yazardır dediği Elif Şafak’ın ise erkek kılığına girip kapak olmasını yadırgadığını da ilettikten sonra program sunucusu İpek Hanım’ın kendisine uzattığı Nişantaşı’nda bir alışveriş merkezinin ‘indirim kuponunu’ sevinç çığlıkları ile kabul ediverir.

Başka bir TV kanalı Hz. Ömer dizisi gösterir. Doğrudur ya da efsane, Ömer kendisine uzatılan et dolu tabağı, halka geri gönderir de kendisi guruldayan karnı ile baş başa kalır. Kulin, çok kitap okuduğunu, edebiyatın hayatı ve insan çeşitlerini öğretip işe de yaradığını söylemiştir ki doğrudur ama okuduklarınızdan aldığınız dersler de nefsinize göre olabilir ve bu değişim, dönüşüm yavaştır, içindeyken fark etmez insan. Bu yüzden medyatik oldukları için çok satanlar, içindeyken hediye çekini kabul etmenin eleştirdikleri o medyanın içinde oldukları, nimetlerinden yararlanıp çok sattıkları için kabul etmeme hakları olmadığını görmez. Eleştirilen medyanın kendi kendine gösterdiği bu teveccühü ise çok satan yazar kendisine ödül sanır. Ödül sandığının aynı zamanda ödediği bedel olduğunun ayırtında değildir. Ödüle ya da çok satmaya kilitlenince yaratıcılık, toka takarken bir treni kaçırırsınız. Hatta size vefa borcu olduğunu düşündüğü için son romanınız hakkında bir şeyler karalayıp bir konferansta konuşma yapsam diye düşünen benim gibi gafil akademisyenlere, anında birkaç ödül teklif eden bir çoksatan yazarsanız, vefalı arkadaşınızın hevesini yitirmesine sebep olmuşsunuzdur.

“Recep” sözcüğünün Arapça kökenini deşerseniz de varacağınız yer inanç doğrultusunda Recep ayının ilk cuması ve Regâib kandilidir ve bilirsiniz isteklerinizin yerine getirildiği gündür. Türkiye’de kendisini Müslüman sananların çoğunluğunun kapitalist sistemin nimetlerinden yararlanıyor olmalarını, ciplerde bir taraflarını gezdirmeyi, havuzlu evlerde bir taraflarını serinletmeyi hak ettiklerini yine bu Recep ayının ilk cumasından kaynaklı Arapça’dan öğrenmiş olabileceklerini de tahmin edebilirsiniz. Yeni Müslümanlarda tevazu gitti, nefs ile yatıp kalkar oldular. Hep gittiğiniz sinemanın kapı bekçisi zebani ise elleri olmayan bir dilenciye sizin gazoz ısmarlamanızı engeller ve siz bık bık edecek olursanız “Hak etmeseydi Allah onu öyle yapmazdı hocam” diyerek size çemkirmeyi kendisine yakıştırır. Asıl korkulması gereken bu fikirdeki ayaktakımıdır çünkü kapı bekçiliğini, sinemanın diğer elemanlarına Ali kıran bas kesen gibi davranma yetkisini kendisinde görmesini kifayetsiz muhterisliğine koltuk değneği olarak kullandığını bilmez, otoriter kişiliğinin dışavurumu olarak da görmez. İnançlı olmak tekeli de ondadır ya, derhal Regâîb kandiline bağlanıp (bu yıl sanırım 24 Mayıs’a denk gelmişti) hınç ile yatıp kalkmanın kendisine Recep ayının bir armağanı olarak göklerden geldiğine inanır. Adaletin inanç temelli kendinden menkullüğüne en güzel örneklerdendir bu ikisi. Ne kapı bekçisi Kulin’i tanır, ne de çok satan Kulin bu kapı bekçisi ile aynı kefede değerlendirilebileceğini bilir. Cosmopolis’in yapısı gereğidir bu. Aynı apartmanda oturanların, aynı gemide yolculuk edenlerin, aynı vatan topraklarına ait olduklarını söyleyenlerin birbirlerini tanımayışlarını da örnekler. Zamanında madun olduğunu, sonradan şansının açıldığını söyleyebilen Kulin, Yaşar Kemal gibi bir ustanın hakkını savunur hale gelebilir; kapı zebanisi madun işçi ise, Üç Maymun filmindeki şoför gibi, zamanı gelince kendisinden daha çok ezilmiş başka bir madunu kurban seçip haklı nedenlerini buluverir. Madunun adalet yanılsamasının yansımalarıdır bunlar. Cesaretiniz varsa Antoine de Saint Ėxupèry gibi alın yazdıklarınızı da kaybolun denizin birinde ya da Jerome David Salinger gibi çıkmayın bir daha medya karşısına, vermeyin kimseye söyleşi möyleşi.

İnançlı insanları da kolaylıkla sömürebilen bir sistem çöreklenmiştir tüm dünyanın başına: Seç birini: Ya ödül ya ceza. Çoğunluk bu ikisinden birini seçmeye zorlanırken, varoluşlarının dizginlerini başkalarının eline verdiğini göremeyecek denli körleşir.

Benim “Lincoln: Vampir Avcısı”nı sevme sebebim filmin bir KURTULUŞ SAVAŞI hikâyesi oluşudur. Vizyon zamanlaması da harika. Her şey uydurma, her şey kurmaca, ama hepsinin arkasında bir gerçek yatıyor. Filmi tavsiye edişimin ahlakî ya da siyasî duruşumun gerekleri doğrultusundaki sebepleri sıralamak istiyorum.

 

  1. Çocuk Abraham (Abe) babası ve annesi ile birlikteyken kırbaçlanan siyahî arkadaşı Will’i savunur. (Huckfinn ve Jim’in dostluğu gibi büyür bu dostluk da) Çocuklarda ötekileştirme yeteneği yoktur, onlar ayrımcılık bilmezler. Bağnazlık, yobazlık sonradan öğrenilir (1999 yılında, Michigan’daki hocalığım sırasında Amerika’nın her yerinde bu güzel deyişin afişi vardı: “One is not born a bigot!”)
  2. Vampirleri öldürecek kurşunların, topların yapımı için imece usulü gümüş toplanır ve tanrısal/yazgısal göz ya da kamera tepeden bütün kasabayı ışıl ışıl gümüş toplarken gösterir. (Düşmanı yenmek için birlik şarttır, güçlerimizi, varlıklarımızı bu uğurda birleştirmeliyiz.) (Tabii ki düşmana ya da kötüye/şer düşünceliye de fikir verir bu: Birlik olmalarını engellemek için onları bencilliğe, tüketime, her koyun kendi bacağından asılır fikrine alıştır, ölenlerle ölünmez, ateş düştüğü yeri yakar, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın gibi deyim ya da atasözlerinin peşinden gitmelerini sağla ki birlik beraberlik ya da yeni bir kurtuluş savaşı yapamasınlar. Vahşi kapitalizmin tüketimi kışkırtması, bire beş katma iştahı bunun için yeterlidir, bu konuda şer epey yol katetmiştir. Terörü, şehitleri, başka ülkelerin dağılıp parçalanmalarını TV’deki insanı aşağılamakta yarışan yarışma programları ile aynı saatte izlemekteyiz. Prime time insanın telef edilme zamanının görüntüleri ile korku filmi gibidir ve topluma KORKU aşılamaktadır. Lincoln filmindeki aksiyon ve korku sahneleri Prime Time TV programları (toplumsal cinnetimizin aptal kutu yansımaları, olayların kendilerinden çok o olayların sunumları, spikerlerin tonlamaları ile haber görüntülerinin kurgulanması, alt yazılar, dehşet görüntüleri altında borsa ya da döviz kurlarının geçişi vb.) yanında çocuk eğlencesi kalır.
  3. Lider ya da kurtarıcı olabilecek kişileri susturmak gerekir. Şerrin hüküm sürmemesi için bir lider, bir kurtarıcıya ihtiyaç her zaman olduğu fikri filmin finalinde yinelenir çünkü 1865 yılında son bulan Amerikan iç savaşı sonrasında Lincoln tiyatroya gider ve biz biliriz onun tiyatroda başından vurularak katledildiğini. Ama film bu katli göstermez, günümüze döner ve aynı barda ölümsüz iyi vampir, başka birisini kötü vampirlere karşı yetiştirmek üzere harekete geçer çünkü vampirler de, kurtarıcı Lincoln gibi ölümsüzdürler. İyi ve kötü çatışması ezeli ve ebedidir.

 

İnanç ya da din temelli mitoslar, insanları köleleştirmek adına aynı kapıda buluşmuşlardır. Hıristiyan ya da Müslüman, fark etmez kapital için. Başarı hülyasına takılın, zenginlik hülyaları kurun ve bu pastadan payınızı almaya, şu ölümlü dünyada daha güzel hayatlara imrenmekten, yutkunup durmaktan vazgeçin, onlardan biri olmak adına bizim safımıza katılın. Temel öğreti budur ve bu düstura çoğunluk inanmıştır. Herkesin dini imanı para olduğu sürece kötülere karşı hep savaşmak gerekecektir, bütün evren limuzinler içinde yaşayabilen genç işadamları (“Amerikan Manyağı”ndaki gibi ‘yapilerle’ doldu, “Gerçeğe Çağrı”daki (Total Recall, Yönetmen: Len Wiseman) evrenkentte sizi vuracak robot askerleri yapan bir emekçi de olabilirsiniz, ya bizdensiniz ya onlardan fikri egemendir, kâinat şehirlerinde mutluluğunuz buna bağlıdır, kurtarıcınız patronunuz, yatağınızdaki kadın sanıyorsanız yanılabilirsiniz (Wiseman ve Cronenberg iletisi) ama Lincoln gibi bir kurtarıcıya hep ihtiyaç duyacağız (Lincoln veya yeni bir kahraman kötüleri ortadan kaldırmayı, vampir avcılığını sürdürecek) ve Recep ayının ilk cumasında da teslimiyetin ödüllerini bekleyeceğiz. Ödül gelmiyorsa ve kurtarılmıyorsak da elimize silahı alıp patronun üzerine mi yürüyeceğiz: “Beni kurtaracan sandım, beni kurtaracan sandım!” diye bağırarak.

Gerisi kiraz bahçesi sandığımız yeni tüketim bağlarında (AVMlerde, TV showlarında, yarışmalarda) bu kıstırılmışlığımız, aczimiz beslenmektedir, sürekli olarak “topun ağzındayız” hissi yaşanır, yaşatılır. Acz içindeyken ya köleleşmeyi ya da cürüm işlemeyi yeğlememiz önerilmektedir çünkü her ikisi de sistemi besleyen ana damarlardır ve o damarlarda akan kan insanın, doğanın, gezegenimizin ta kendisidir. Hep iste, daha çok iste, arzular orada zevk orada...

Gerçekten inançlı ve imanlı kişilerin bu çelişkileri görmekten aciz olmadıklarına da hep inandım.

Yine de pek sevdiğim şu Canetti sözünü bir kez daha anımsatmakta yarar görüyorum: “Hiçbir güçlü istek yoktur ki bedelini ödemek zorunda kalmayasınız. O güçlü isteğiniz için ödeyeceğiniz en yüksek bedel ise, o arzunuzun gerçekleşmesinden başka bir şey değildir.”

Bir başka deyişle, ödül bedeli ile birlikte gelir.

Ayyh! İçiniz daraldı tabii. “Ben bilmem, beyim bilir”i izlemeye dönersiniz. Başka alternatif yok. Kitap yok, düşünmek yok, arada başka çıkış kapıları yok, öyle inandınız. Siz de haklısınız ne diyeyim.

Ben çareyi halen ve hâlâ sivil itaatsizlikte, pasif direnişte ve başkaldırıda, isyanda görenlerdenim. Bî ümit kurtarıcı beklemek de bana yakışmaz. Benim gibilerle bir olup çoğalmalıyım, beni bu kıskaca mahkûm eden sisteme karşı. Ümit ederim ki çıkışı organize sivil itaatsizlikte görenlerin sayısı artar.

Benim de doğrum bu, buna inandığım için güzelim, değerliyim.

Ben böyle dedim ya, sanki ulu bir erk –bıyık altından gülerek- senden büyük sistem var da diyerek- haddimi bildirmek ister gibi bana şunu da yaşattı, fesuphanallah: Düşünen ve fikir üreten öğrencilerimden biri okul koridorunda yolumu kesti geçenlerde:

“Hocaaam, ben de size geliyordum. “Kim Milyoner Olmak İster” yarışmasına başvurmuştum, görüşmeye de gittim, ondan da geçtim, çağıracaklar yeni sezonda. Sizi telefon jokeri olarak…?)

Jokere benzetmiş beni. Ben ondan usulca uzaklaşırken o benden daha hızlı uzaklaştı, hissettim. Kimse içinde ufaldıkça ufalan ve yitip giden Macide (haysiyetli kişi) ile yüzleşmek istemiyor. Teselliler ve mazeretler çoğalıyor ve taşınması zor bir yüke dönüşüyorlar. Yüzümüzü yitiriyoruz zamanla.

Uzaklaştığınız kişilerin arttığını, sevdiklerinizin ve sizi sevenlerin sayısının azaldığını sonra anlarsınız, sabahın seherinde mekân ‘çınnn’ diye öttüğünde.

Benim ödülüm de, bedeli de bu Hiç’in “çınnn!” diye ötüşüdür dersiniz.

Aaa, ben bu hal-i pür melâlimin şiirini daha önce yazmışım meğer:

 

çan çiçeği

 

Gene geldi yağmur mevsimi

İçtim içtim sözcüklerin izniyle zamanı da

Şarap içinde camdan odam çın etti

Yüreğim genleşti genleşti çıt etti etmesine de

Pervazdaki güvercin duymasaydı bunu keşke

 

21 Ekim 1997, Ankara

Yazarın Diğer Yazıları

TİYATROFOBİ!

Tiyatro korkusunun kökleri Yunanca theatron (izleme yeri) ve phobia (korku) sözcüklerinin birleşimine dayanır...

SATILMIŞ & BOSHLAND!

Bilim kurgu uzmanı ve yeni yılın ilk günü çok erken yitirdiğimiz canım arkadaşım...

BEŞİKTEN MÜZEYE FAŞİZM!

Meksika’ya bir konferansta konuşma yapmaya gittim ve Mayalar, Azteklerle haşır neşir iki hafta geçirdim....