Meksika’ya bir konferansta konuşma yapmaya gittim ve Mayalar, Azteklerle haşır neşir iki hafta geçirdim. Seyahatin ve başkent Mexico City’nin bana sunduğu sürprizlerden biri “Faşizme İki Bakış” Sergisi idi. Bizde de böyle bir müze açılsa keşke diye hayıflanarak döndüm yurda. Ama biz hangi işlerimizden utanç duyuyoruz, hangi utanç duyduğumuz işlerimizin gelecek kuşaklar tarafından bilinmesini istiyoruz ki. Böyle bir müzeyi geçtim, kısa süreli bir sergi bile açılsa, daha ilk gününden yerle bir edilir, açanlar vatan haini diye tutuklanır, dünya bizi külliyen faşist sanır.
Tabii ki diyeceksiniz, ne iyi olurdu ama öncelikle faşizmi beşikten beslemeyi, işimize geldi mi hortlatıp yeniden doğurmayı boşlamak ve artık gelmeyecek diye bilerek ya da gelmesin diye isteyerek müzeye kaldırabilmek gerekir.
İstiklâl Caddesi benzeri ve kentin merkezindeki iki büyük meydanı birleştiren en büyük yürüme alanı caddede yer alan müzeye giriş serbestti ve sadece cep telefonu ile fotoğraf çekimine izin vardı.
Müze, deneme yazarı Carlos Monsivais’in 40 yılı aşkın bir süre boyunca topladığı hem faşist, hem de anti-faşist belgelere yer vermiş: Posterler, çizimler, tablolar, kitaplar, dergiler, çeşitli yazışmalar. Amaç, faşizmin Avrupa’yı kasıp kavurduğu bir dönemde ulusal tarihlerine, gazeteciliğine ve faşizm tartışmalarına bir ışık tutabilmek ve faşizmi unutturmamak.
Benim hoşuma gidense kimsenin zorlaması olmadan okul çocuklarının bu müzeye girip örneğin Diego’nun 1956’da yaptığı ve müzede yer alan yapıtı ile ilgili belgeseli izlemesiydi.
Diego, Berlin’e gidip İkinci Dünya Savaşı’nın yaptığı yıkımı bizzat yerinde gördükten sonra bu tabloyu yapmış.
Diego Rivera, "El refugio de Hitler, ruinas de la Cancilleria de Berlin."
Kalabalık bir caddede bile sadece önüne, düşmeyeyim diye yere bakanlara şaşarım. Ne olur düşüversen, kalkarsın, bir kaldıran bulunur. Ya da yürüdüğün yola göre ayakkabı giyiversen. Yeni bir yere gidince ben kudurmuş gibi sağa sola bakıp iyi kötü fotoğraf çekerim. Bir daha o an gelmeyecek, bu güzellikleri göremeyeceğim diye. Ya da bulut, gökyüzü, yağmur, güneş, ay sanki bu yeni yerde de yeni ve farklı olacakmış gibi başımı ve gözlerimi yukarılara, bina ayrıntılarından yıldızlara kadar çevirir bakarım. Domuzların gökyüzünü göremediklerini fark ettikten sonra daha da sık bakar oldum yukarılara. İşte böyle bir anda, karşıya geçmeyi beklerken başımı bir kaldırdım ki na göreyim, önümüzdeki binanın ikinci katında Faşizm müzesi yazıyor. Girip bakmamak olmaz. Çıktım, gezdim, cep telefonu ile fotolar çektim kötü kötü, çatı katındaki hediyelik eşya bölümü pahalıydı ama müze içinde bir de kitaplık bulunuyordu ve çatıda müze görevlileri okullu gençlerle iskambil kağıtlarına benzer kartlarla faşizm bellek oyunu oynuyorlardı. Bravo dedim!
Museo del Estanquillo mekânın adı ve burada özellikle Frida Kahlo’nun eşi olarak da bilinen ve duvar resimleri ile ünlü ressam Diego Rivera (1886-1957) ile Haziran 2010’da ölen yazar Carlos Monsivais’in biriktirdiği belgeler, nesneler başta olmak üzere başka sanatçılardan da gelen toplam 274 yapıt yer alıyor. Bu sanatçılardan biri Leopoldo Mendez (1902-1969). Mendez’in "A las puertas de Madrid (1938) adlı bir taşbaskısı bulunuyor. Bir başka sanatçı ise büyük karikatürist Andres Audiffred (1895-1958).
Andres C. Audiffred Bkz. http://lambiek.net/artists/a/audiffred_ac.htm
Audiffred’in bu yapıtında Gestapo tasmalı Almanya alevler içindeki Avrupa’dan kaçan Hitler’i ayak bileğinden ısırıyor. Bu karikatür bana Edgar Allan Poe’nun Amontillado Fıçısı adlı öyküsünde anlattığı gibi kötülüğün cezasız kalmayacağı fikrinin altını çiziyor, aynı zamanda da Mary Shelley’nin Frankenstein adlı yapıtında da görülebildiği gibi iktidarın kendi yarattığı canavar tarafından da cezalandırılabileceği fikrini de bir kez daha örnekliyor.
Memleketimizin faşist tarihi diye bir müze açılması hayaldir, böyle bir utanç müzesinin açılması ile çok kişi taciz edilmiş olur, birçok ‘rahmetli’ ve saygın isim başköşeye konabileceği gibi, hayattaki birçok kişi de niye bizi müzeye almadınız diye alınabilir, gönül koyabilir. Müzeye konmak ölümsüzlükle eş anlamlıdır çünkü ve reklamın kötüsü olmaz. Kim istemez ki müzeye kaldırılmayı. Bu gazla memleketimin bütün faşistleri ellerindeki arşivleri açıverseler de ölümsüzlük adına dökülüverseler “meydağne.”
Kapitalizmin en büyük marifetlerinden biri faşizmi unutturup, yumuşatıp yeniden yapılandırıp “öcü değilmiş gibilik” maskeleri giydirerek yeniden ve yeniden temcit pilavı gibi insanlığın önüne sunmasıdır. Birçok faşist büyük kapitalist imparatorluklar tarafından beslenmiştir. Güney Amerika Cumhuriyetleri’ni, örneğin Şili’yi, Arjantin’i darmadağın eden faşist hareketlerin hepsini ABD desteklemiş, olmadı uçakları kaldırıp halkın seçtiği başkan Salvador Allende’nin sarayını bombalatmıştır da sözde kendisini güven altına almıştır. (Yönetmen John Pilger’in “The War on Democracy” adlı belgeselini izleyiniz.) Artık bilinen bir gerçektir ki Amerika, vatanını her anlamda satabilecek, sömürmesine izin verecek hırsı yeteneğinden büyük kişileri seçip yetiştirip büyük siyasiler haline getirmekte, Dr. Frankenstein gibi yaptığına pişman olunca da kendi yarattığı canavarı ortadan kaldırmak için başka yollar bulmaktadır.
Darısı başımıza diyerek müzeden birkaç fotoyla sizi baş başa bırakayım.
Fotoğraflar: Yusuf Eradam