01 Mart 2011

OSKAR ‘ŞEYSİ’!

Yüklendiği anlamların başında bir savaşçıdır, şövalyedir Oskar heykeli. Bu heykel...


Yüklendiği anlamların başında bir savaşçıdır, şövalyedir Oskar heykeli. Bu heykel, heykelcik (statuette, trophy) iki eliyle Excalibur benzeri bir kılıç tutar ve İngiliz efsanelerinden fırlayan bir asilzadedir, yiğit mi yiğittir bu art-deco tarzındaki altın, platin, altı bakır ‘şey’. Kılıç, havada değildir, sağa sola sallanmamaktadır. Barış ya da savaşta mola dönemindeyiz belli ki. Savaş zamanında da olsak, bu popüler ritüel, başta ABD’nin, sonra da dünyanın tamamını ilgilendiren bir ayindir. Amca mıdır, yoksa Cesuryürek gibi adeleli bir yiğit midir bilmeyiz ama ikondur işte. Yüzünün hatlarının belirsizliğine istediğiniz yüzü yakıştırabilirsiniz. İster İrlanda mitolojisine gidin ve Oisin ile Niamph’ın oğlu deyin ona, ister İsveç ve Norveç krallarına götürün adının kökenlerini, ister 1931’de Akademi sekreteri amcasına Oskar’a benzetmiş olsun heykeli, ister Bette Davis’in kocasına benzediği için gözlerine şarkılar yazılan bu usta oyuncunun heykele isim anneliği yaptığına inanın, artık Oskar dünya sinemasının zirvesindeki en büyük başarı simgesi. Bu yüzden İngiltere ya da Fransa’nın sinema ödüllerinin adını zar zor hatırlarız ya da Antalya’daki miydi Portakal da Adana’daki neydi? Hah Koza. Hepsi Oskar’dır; hegemonun popüler kültür ikonlarının ‘çocukları’ her yerde, her ülkede demektir bu kullanım: İngiltere’nin Oskarları, Fransa’nın Oskarları, Türkiye’nin, hatta Adana’nın Oskarları. Amerikan başarı hülyası içinde tüm ödüllerin de en büyüğüdür ya. Ha Oskar almışsınız, ha ölüm sertifikanız yırtılıp atılmış, ikisi de aynı anlama gelir. ‘Oskarlarları tanıtalım size’ (meet the oscars) gibi dile giren yapılar, zorunlu ev ödevleri gibidir. Soluğunuzu tutar, kapitalist ütopyanın ödülünün hiyerarşik olarak kimleri eleyip kime ‘gittiğini’ öğrenir, sevinirsiniz, şaşırırsınız, üzülürsünüz belki de. Sizin tuttuğunuz, sizin sevip beğendiğiniz oyuncu, yönetmen, film ödülü alınca, o ödülün ‘aurasına’ siz de katılırsınız. O hare içindesinizdir artık. (Bizim ülkemizde Örovizyon bu hissi daha kolay sağladı ama uktemiz duruyor, niye Oskarlık film yapamıyoruz diye kafa patlatmıyor muyuz, birileri mutlaka Türkiye’ye bir Oskar getirmeye çalışıyordur. ‘Hasret tükenmeeez gibi, kavuşmaaak bir dakikaaa!’)
Ona kavuşmadan önce hep ‘kırmızı halıya bağlanırız’. Times meydanı gibi merkezin merkezi ortak alanlarda görünür kılınır Tanrıların bu ayini. “Oscar Do’s & Don’ts” (Yapılması ve yapılmaması gerekenler) listesi açıklanır. Tüm haberler bu küresel ritüele davettir. Oskar heyecanı aylar öncesinden başlar Hıristiyan Batı’da. Noel gibi. Oskar’ı kim alacak bahisleri, tahminleri on gün öncesinden internette oylama çılgınlığı ayyuka çıkıyor. İnternette, “Time is running out, vote now!” (Zaman kalmadı, hemen oylayın!) diyerek nedense öncelikle en iyi kadın ve erkek oyuncular için oylama isteniyor; oyuncunun üstünü tıklayınca o oyuncunun kafası kocaman oluyor, star’ın suratı büyüyor, siz onu büyütmek istiyorsanız, onu tıklarken oyuncunun fiyatını bir milyon dolar artıracağınızı bilerek yapıyorsunuz bunu ama star sistemi, oylamaya katılmayı gerektiriyorsa, siz de oyluyorsunuz; bu da, o sistemin bir parçasıyım anlamına geliyor. Tanrılarla aynı dünyayı paylaşıyor olma yanılsaması. Yalnızlıktan geberiyor olabilirsiniz, güvensizlik, yoksulluk, yoksunluk canınıza tak etmiş olabilir. Ölüm, kapınızda sıranız gelsin bekliyordur. Hepsi vız gelir, kucağınızda laptop, internet, elinizde kumanda, kanepe ve bira, sisteme dahilsiniz. Dink’in katili çocukmuş, yılda üç kadın öldürülüyormuş, ortalama bir ailenin hayatta kalma sınırı 3bin TL’ye gelmiş, demokrasi ‘falan filan’ olmuş, telefonda böyle şeyler konuşma, ne olur ne olmazmış (ablam dedi).
Geçtiğimiz Pazar günü, evimde eski notları, kitapları kurcalarken, 1993 yılından kalma sararmış bir saman kağıdı buldum, şunları karalamışım: “TGRT, Yalnız Değilsiniz isimli bir film gösteriyor. Sirkülase edeceğiz, dedi spiker. Mayör Süleyman da kim? Show TV’deki yayında Sivas, Madımak oteli yanarken, 37 kişinin öldürüldüğü olaylar TV’de gösterilirken, aynı anda, aynı medya tarafından aynı seslendirme sanatçısının, aynı ses tonu kullanılarak araba reklamı yapılıyor ve 900’lü numaralar pazarlanıyor.” Yorumsuz alıntılamak istedim bu saman kâğıdını.
Oskar heykeli, tıpkı şifa tası gibi, şifa dağıtır, iyileştirir. Onu ‘eline alabilen’ şad olur. Bu yıl törenleri izlemedim. 79uncu Oskar törenlerinin (2007 yılı) sponsor firmalarından biri Dawn sabunları idi. Şöyle bir reklam puntosu vardı: “Dawn, direct foam! (Şafak sabunları, hemen köpürür!) ve de diğer sloganı da ‘A pump of dawn, then the Grease is gone’ diyordu. Güney eyaletlerinin aksanı ile ağzınızı yayarak okursanız uyak da çıkıyor ‘dawn’ ile ‘gone’ arasında, yani bir damla ‘dawn’ fışkırtınca, leke meke kalmıyor, yağlar çekip gidiyor. ‘Temizlik’ kavramı etrafında aynı kefede sıvı sabun ile Oskar’ın giyindiği tüm anlamlar buluşuveriyorlar böylece. Bir sıkımlık deterjan gibi Oskar Amca (ya da ABD) alır götürür bütün kiri pası.
Kimi okurlarım (özellikle huyumu bilen öğrencilerim) eyvah hoca gene öküzün altına girdi, buzağı arıyor demeye başlamışlardır. Can çıkar, huy çıkmaz, ne yapayım. İlk iki anlamı birleştirince, kafamda kurduğum denklem, savaş ile, savaşçılar yetiştirerek, onları ödüllerin ikonlarında bile aklımızdan çıkarmayarak, dünyayı illetlerden temizliyciiizzz, oskarlara aday olmasa bile, dünyayı kana bulasak bile, kurunun yanında yaşlar da yansaaa, bizim temizlik kuvvetlerimiz bir fışkırdı mı, taa Vietnam’da, sonra Güney Amerika ülkelerine, Kuzey Afrika ülkelerinden sıradaki altmış kadar ülkenin hepsini temizler alimallah.
Stigmata gibi filmlerin ardından, ansızın Exorcist filminin devamı niteliğinde The Rite (Ayin) adlı filmi Hollywood’un piyasaya sürmesi, üstelik her eve lazım Sir Anthony Hopkins’in bedenine iblislerin şahı Ba’al’ı ‘sokan’ bir filmle dünyayı ‘şeytan çıkarmaya’ azmettirir hale gelmesi ardından Libya vb. gelişmeler... Yok yok, ben gene buzağı arıyorum.
Dawn sloganı arkasından gelen 300 Spartans’da ya da Troy filminde Aşil ve diğer savaşperestler, miğferleri ve pürüzsüz hatlı torso görüntüleri ileYunan tanrıları ve heykellerini anıştırırlar. Onlarda gördüğümüz bu ‘ulvi’ savaşkan halleri daha sonra Iraklıyı kendinden koruyan Amerikalıyı anlatan ‘Hurt Locker’ yapımcılarına, kurtarıcı-istilacı Amerikalıya giden Oskar heykeli, onu kapanı olduğu kadar izleyeni de aynı kutsiyet ırmağında yıkar. Bu da ödüllerin vaftiz ya da arındırma yanılsaması yaratma gücünü gösterir. Bu yüzden de Amerikan popüler kültürünün şahikalarından Oskar’a giden yoldaki kırmızı halı üzerinde herkes yürümek ister çünkü orada Tanrılarla bir tutulursunuz. Dağın tepesinde, önce Hollywoodland, sonra sadece Hollywood yazan o tepede unutulmazsınız, ölümsüzler arasında (Olympos çağrışımları ile) adınız ölümünüzden sonra yad edilir; ölmeden önce ise Oskar alır almaz A sınıfı oyuncular arasına girersiniz ve ödülü gerçek anlamda iyi bir filmde, iyi bir oyunculukla aldıysanız bile, A sınıfından cebinize milyon dolarların akmasını hep sağlayabilmek için sistemin istediği rollerde oynamanız gerektir. (Aksi takdirde, Charlie Chaplin’e yaptıkları gibi vatandaşlıktan çıkarılırsınız, John Lennon’a olduğu gibi ‘akli dengesi bozuk bir hayranınız sizi temizleyiverir’. Hop sistem dışına! Kısacası, sistem şunu der size: “Gödee! Yidiğini ödeee!” (Sistem Niğdeli değildir, tabii ki:)) Bu yüzdendir işte örneğin Halle Berry, cesur mu cesur bir rolde (Kesişen Yollar) Oskarı aldıktan sonra ‘uyduruktan tayyare’ Cat Woman gibi bir filmde oynamak zorundadır ya da Oskar alana kadar hep sıradışı rollerde oyunculuğunu kaç kez kanıtlayan Philip Seymour Hoffmann, Capote gibi yine sıradışı bir yazarı oynayarak Oskar’ı alır, arkasından da Görevimiz Tehlike aksiyonunun kötü adamı oluverir. ‘Casting’ sistemi, size ödül verdirdiyse, sizi gişe hasılat rekorları kırması ümidiyle de kullanacaktır. Geçen yazımdaki, Zizek’in kapitalist ütopyasının da bir parçasıdır bu. Oburluk, gözü dönmüş isteme hakkı aşılanır ya, savaşçılar ya da ‘Bodyguard’lar da bunun için gereklidir. Savaş sahnelerinde Aşil gibi zıplayıp kılıcı düşmanın ensesine sokar. Savaş şarttır çünkü ‘yitik’ kuşaklar yaratır. Yitik kuşaklar, tutunamayanlar da sistemin pek işine gelir. Bu yüzden işte, sistem savaşçıların yaptığı her şeyin olumlanmasını da sağlar. E, hal böyle olunca, tabii ki “And I will always love you!”
İrlanda efsanesinde Oisin’in oğlu Oskar’ın anlamı “geyikperest, geyik seven kişi”. Murathan Mungan, Geyikler/Lanetler’i yazarken, bunu biliyor muydu acaba?  Geyikler, Straight Story gibi filmlerin acıklı sahnesinde olduğu gibi telef edildikleri için keder kaynağıdırlar ve ‘nereden çıkıp geliyorlar’ diye sürücü kadını ağlatırlar. Amerika’nın çokkültürlü kimliğine, farklı etnik yapıdan insanların bir potada birleşmesi de ima edilmektedir. Oskarın birleştirici gücü, bu farklı kimliktekileri korur, gözetir. Buna inanmalıdır!
Yaşlanmaz Oskar! İnternette dolaşan masal kahramanlarının, ikonların yaşlanmış halleri, Barbie gibi oyuncakların yaşlanmış, kilo almış hallerine gülebiliriz) ama biliriz, ikonların başına bunlar gelmez. Öyle olsa, ikon olmazlar. Popüler kültürün etten kemikten ikonları ise (Ajda Pekkan gibi) bu yüzden binbir ameliyatla zamana karşı hiç değişmiyormuş izlenimi vermek zorundadırlar. Çünkü bizlere karşı sorumludurlar, onların yaşlanmazlığı, zamana karşı direnmeleri, ölümsüzlükleri, onları sevdiğimiz sürece bize de bulaşır. Biz de bu yanılsamayı onların kırışmayan yüzlerinde yaşamaya bayılırız. Onlara özenir, onların yaşam biçimine öykünürüz. Varsılsak eğer, ‘high-tech’ ya da klasik, neyse ikonumuzun yaşam tarzı, onu satın alabiliriz. ‘Fab life’ (fabulous life/harika hayat, dolce vita) sizin niye hakkınız olmasın ki?
Yüz dedim de aklıma geldi, Oskar amcanın yüzünün belirsizliği, o yüze istediğimiz gerçek yüzü giydirmemizi de olanaklı kılar. Casting sistemine bakın, Amerikan Hollywood sinema tarihinde imal edilen yüzlere bakın, birbirinin benzeri ‘iyi’ karakter yüzleri, birbiri ile neredeyse aynı yüz ve beden hatlarına sahip ‘kötü’ karakter yüzleri albümü oluşturabilirsiniz.
Kendinizi bu yüzlerden birine benzetip (Kurtlar Vadisi’ndekiler de olabilir tabii) kırmızı halının tedavi gücüne, tanrısallaşma (apotheosis) yolunda adım adım ilerlediğinizi sanabilirsiniz. Sanıyorsanız, öylesinizdir. Kim iddia edebilir ki aksini.
Bu kadar laf-ü güzaf ile ne diyorum, bir mecazla toparlayayım. İkonlar varlığınızı, yüklenmek istediğiniz, yüklenmeyi seçtiğiniz anlamları taşırlar, ya da sistem size bu anlamları giymeyi öğretir, sevdirir dayattığı anlamları, çünkü yananlamları, çağrışımları sizi yanılsamadan yanılsamaya savurur. Varlığınız ancak böyle onanır. Bu yanılsamalar düzeneğine kuşku ile bakıyorsanız, bir gün varlığınızın sadece şu sesle onandığına inanabilirsiniz: “Bızzzzt, ciiiyyyyzzzzt!” Hayır, televizyon dizilerindeki robot T-Bob değil, Arçelik reklamındaki hani şu Bodrum’da yanında durup resim çektirdiğiniz sevimli robot da değil; Star Wars’da karakterler arasında mesaj  taşıyan sevimli robot R2-D2 ya da farklı kimlikli karakterler arasında uzlaşmayı, bir bütüne aidiyet hissini (tıpkı Oskar heykeli gibi) sağlayan ya da kolaylaştıran C-3PO hiç değil. Bu ses lavabonun yanındaki duvara sabitlenmiş ‘Karteks Profesyonel’den geliyor. Dil çıkarır gibi kâğıt çıkarmış, elinizi kurulamanızı buyuruyor size. Duvarda asılı bu robot makineye yaklaştığınızda, elinizle ona doğru hamle yapmasanız bile, onun ilgi ve bilgi alanına girdiğinizde sizi tanıyor ve hemen kâğıt tüketimine katkınızı sağlıyor. Hem de gereğinden en az iki üç kat fazla kağıt veriyor size. Kirlenmiş, bir parça saman kâğıdı değil. Kocaman, tertemiz bir havlu büyüklüğünde ve yumuşak bu kâğıt. Elinizi yıkamadan çıkmayı düşündüyseniz de, bunu da aynı ses anımsatıyor size. Oskar almadınız diye üzülmeyin, sizi tanıyan, size tepki gösteren biri var işte. YAŞASIN!
“Evet çocuklar, bugünkü konumuz yine itaat kültürü içinde ‘dehumanization’. İnsansızlaşma, insanlıktan çıkma. Okuyacağımız şiir, yine narsisist kültür harikası ABD’den ve Marge Piercy’nin yazdığı ‘The Secretary’s Chant’. Bize fotokopi makineleri doğuracağı vaadini veren (ya da tehdidini savuran) ve ‘Şeyleşen’ sekreter kadının türküsünü terennüm edeceğiz hep birlikte. Teen ni, teen ni, ten nen nii tene naaa!”

AND THE OSCAR GOES TO…!  Sonuna kadar okuduysanız yazıyı, ‘sirkülase’ ediniz lütfen! 



Yazarın Diğer Yazıları

Yalnızlar Evrenkenti & Recep

Ben bilmem, eşim bilir. Yumuşatılmış dahi olsa bilen beydir. \"Bilmek,\" kolayca kazanmanın yolunu bilmek olmuştur

TİYATROFOBİ!

Tiyatro korkusunun kökleri Yunanca theatron (izleme yeri) ve phobia (korku) sözcüklerinin birleşimine dayanır...

SATILMIŞ & BOSHLAND!

Bilim kurgu uzmanı ve yeni yılın ilk günü çok erken yitirdiğimiz canım arkadaşım...

"
"