“Ne kadar itaat ederseniz, o kadar suçlu olursunuz,” diyor Slavoj Žižek. Yürekten katılıyorum.
Slavoj Žižek, ütopya, Küba ve İF Film festivali bahane, derdim iki belgesel üzerinden yine itaat kültürü ve otoriter şahsiyetler.
“Beklentiler, diyor Žižek (bense müsrif beklentilerimiz de diyebiliyorum kimi zaman) “bu beklentileri besleyen, taşıyanlar hakkında bir şeyler söyler.” Sanırım Tevrat’ta da vardı benzer bir söz: Ne gördüğün senin hakkında bir şeyler söyler, gördüğün şey hakkında değil. Bir önceki yazımda Küba’da gördüklerimdeki algıda seçicilikle, kendimi bir ölçüde ele vermiş olmalıyım.
Birçok özgürlük alanımız var, özgürlüklerimiz var, fakat özgürlükleri ifade edecek dile sahip değiliz, derken Žižek, dilin, dillerin yetersizliklerine dikkat çekiyor. Baskı ve zulüm altında ya da zorba rejimler ya da antidemokratik veya otoriter kişilik ya da yapı sergileyen hükümetlerin yönetimi altında ifade özgürlüğünün olmadığını kast etmiyor. Dil, yetersizdir diyor. Dilin yetersizliğini felsefi boyutlarında irdelemeye başlarsak, üstelik bu sırada da zorba bir rejim altında yönetiliyorsak, bu sorunun ne denli arttığını, dil cambazlığının ne denli önem kazandığını görüp retorik çalışmalarını hızlandırabiliriz. İnsan, fikirlerini ifade etmekte dilini yetersiz bulurken, o yetersiz dili bile özgürce kullanamayınca düşüncelerini ifade edebilmeyi hiç mi hiç denemeyebilir, umarsızlık içinde şaşkın kalıp yenikliği kabullenebilir ya da çıkışı zorbaya itaat etmekte bulabilir. Bu durumda baştaki söze dönüyoruz. Fikirlerini, ne sebeple olursa olsun, ifade edemeyen kişi, zorbasına itaat edecek, hatta belki onu ‘maço, cengâver, kabadayı, erkek gibi erkek’ diyerek sevecek ve tıpkı Plath’ın “Her kadın bir faşist sever, suratına yer tekmeyi, yine de hayvandır onun kalbi” deyişi gibi durumu düzcinsel kimliğin doğallığına taşıyıp genellemek hatasına düşecek, teslim olacak ve kendi varlığını infaz eden, onu yok sayarcasına hükmünü geçiren otoriter kişiye hayran bile olabilecek. Tıpkı mahkumların, gardiyanlarına, işkencecilerine aşık oluşları gibi.
İşte böylesi durumlarda Žižek’in ütopya tanımı geliyor gündeme. Sözünü edeceğim ilk belgesel Žižek üzerine: “The Elvis of Cultural Theory” (Yönetmen: Astra Taylor) İspanyollara verdiği bir konuşmada Žižek 2 yanlış ütopyadan söz ediyor. İlki Thomas More’dan beri bilinir. Asla var olmayan, olmayacak ve gerçekleştirmesi olanaksız hayalî bir mutlu toplum (Paul Auster’ın New York Üçlemesi’nde ve Michael Jackson malikanesinde Neverland olarak da tezahür etmiştir).
İkincisine, geçen haftaki yazımda (Cuba Libre) ben de dikkat çekmiştim. Kapitalizmin Küba’ya sızışından kaygılanıp telaşlanmıştım ya, bu durumu söylüyor feylezof Žižek. Kapitalist ütopyayı kast ediyor. Her türlü arzumuzun doyurulması gerektiğini söyleyen, hatta bana göre, akla gelmeyecek arzuları, müsrif beklentileri, sapkınca çok istemeyi meziyet ya da hak diye öğreten, ülkeyi hortumlamayı marifet bilen, ‘masülale’ zengin olup yine de dolacak yeni küpler bulabilmek için iktidarda kalan, herkese aynı sapkınca gözü doymazlığı vaat eden, yedi temel günahtan oburluğu, açgözlülüğü halka aşılayan ve hatta bu uğurda bizlere gammazlık konusunda rehberlik, danışmanlık hizmetleri veren kapitalist ütopya. Gözlemlerimde, Küba’ya bulaşıyor diyerek evhamlandığım ütopya bu işte.
Dostlar, bu telaşımın yersiz olduğunu, Küba’da yoksulluktan çok, eşit dağılım yüzünden sınıfsal farkın kalmadığını, haliyle yoksul gibi görünen halkın, sağlık, eğitim-öğretim hizmetlerinden eşit yararlandıklarını ve tıp başta olmak üzere Küba’nın birçok ürününü ihraç ettiğini de eklememi istediler.
Oysa serbest hayal gücü (imgelem) ürünü olmayan gerçek ütopya şudur diyor Žižek: Tamamen hayatta kalmakla ilintileyebileceğimiz, salt hayatta kalabilmek için, var olabilmek içgüdüsünden yola çıkıp yeni bir uzam/alan yaratmak gerekir. İçin için, ta derinlerde duyulan ve acilen gerçekleşmesi gereken bir durumdur bu. Şimdi tek çıkış yolumuz budur!
Benim de hep sivil itaatsizliklerle bir arada andığım ve köleliği reddeden her onurlu insanın yapması gerekendir ve Raymond Williams’ın 3 yabancı tiplemesinden ilkine, asiye (the rebel) yakıştırıp bağladığım türden başkaldırı da bu ütopyanın gerçekleşmesi için gereklidir. Yok edilmeyi, hapse atılmayı, eziyet ve işkenceyi göze alan asilerdir (daha önce romantik devrimciler demiştim) ütopyaları gerçekleştirebilecek kişiler.
Siyasetle uğraşan asiler meydanlara dökülebilir, gerekirse memleketi istila eden güçlere karşı gerilla savaşı başlatabilir, silah giyinebilir, Che ve arkadaşları gibi; Mustafa Kemal ve arkadaşları gibi. Ama sanatçılar ise zorbaya karşı sanatları ile karşı durabilirler. Şiirleri ile, resimleri, şarkı ve dansları ile
İşte, temel ve hayati bir ihtiyaçtan doğan ütopya özlemi bir baskı döneminde filizlenmiş. Brezilya’da bir kabare grubunun sahne serüveni bu yıl sinema merdivenlerinin ‘sekemeklerine’ çizilmiş salyangozlarla da aklımızda kalacak İF festivalinde: Dzi Croquettes adlı Brezilyalı kabare grubu, 1960lı yılların başından itibaren Brezilya’ya hükmeden faşist cunta zamanında bir araya gelir ve tamamı erkeklerden oluşan bu grup A-I 5 ismi takılan ve yasaklar, dayaklar ve hatta cinayetlerin yer aldığı baskı döneminde çeşitli oyunlarla halkın bilincini aykırı bir şekilde uyanık tutmayı başarırlar. (Bugünün Türkiye’si ile bir benzerlik kurmayınız lütfen. Allah’ın Brezilyası ile bizim ne ilgimiz, benzerliğimiz olabilir ki!)
Tekrar gösterimi olursa kaçırmayın! İF katalogunda bu bol ödüllü belgesel hakkında yazılanları aynen alıntılıyorum: (Yönetmen: Tatiana Issa, Raphael Alvarez)
“1970ler Brezilya’sının şiddet dolu diktatörlük döneminde, Dzi Croquettes adlı bir kabare grubu sahneye çıkıyor ve kışkırtıcı bir cinsellikle, mizahla ve iğneleyici bir alaycılıkla iktidarın karşısına dikiliyor. Gey oldukları her hallerinden belli 13 kişiden söz ediyoruz. İnanılmaz yetenekleri, sahnedeki profesyonellikleri, edepsiz makyajları, kelebek kanatları, küçücük donları ve tıraş edilmemiş göğüs ve yüz kılları onları benzersiz kılıyor: İzleyicileri büyüleyen ve cinsiyetlerin ifade edilme biçimleri konusunda devrim yaratan müthiş bir grup. Danslarıyla ve görünüşleriyle tüm cinsel kimlik kalıplarını yerle bir ederken, sözleriyle de çaktırmadan, incelikle ve şen şakrak bir tavırla her tür otoriteye karşı çıkıyorlar. Yönetmenlerden biri olan Tatiana Issa, grubun teknik ekibinde çalışan babasıyla birlikte, hayatının ilk yıllarını bu kumpanyayla geçirmiş. Dzi Croquettes, baştan çıkarıcı arşiv görüntüleriyle, Brezilya’da sanatın, kültürün ve gey hareketinin gelişmesinde grubun ne kadar olağanüstü bir katkısı olduğunu anlatan kişilerin görüntülerini birleştiriyor. Aklın almadığı tek şey şu: Yıllarca sansüre uğramadan bu derece coşturucu bir güç ve bir bireysel özgürlük simgesi olarak kalmayı nasıl başardıkları.”
Brezilya’da sansüre uğramışlar oysa. Sonra gittikleri Lizbon’da pek ilgi görmemişler. Festival broşür özetinde ‘aklın almadığı’ diye nitelendirilen bu başarının sırrını filmde buluyorsunuz: Sahnede hepsi çok mutluymuşlar. Aralarında müthiş bir uyum varmış. Sahne dışında da birlikte yaşıyorlarmış ve bu sahicilik izleyicilere geçmiş haliyle. Sonra Paris’e gitmişler fakat basın onları boykot etmiş, haklarında tek bir satır çıkmamış. 1972 yapımı bol ödüllü Cabaret filmi ile ününe ün katan Liza Minelli onları izlemiş. Minelli, “Onlar asiydiler” diyor. Liza Minelli’nin Paris’te basının bu gruba kayıtsızlığına dayanamayıp tüm tanıdıklarını Dzi Croquettes gösterilerini izlemeye çağırması ile basının boykotu da kırılmış ve Jean Moreau gibi konuklar neredeyse her gece bu kabareyi izlemeye gelir olmuş..Grup üyeleri bazen dışarıda da sahnedeki gibi giyinmişler, bütün baskılara karşın halkı örtülü de olsa siyasi iletiler taşıyan gösterilerine (Hitler ve ülkelerinin din kurumlarının parodilerini yaparak örneğin) hayran bırakıp, kusursuz dans, oyunculuk ve şarkılarla kitleleri peşlerinden koşturmuşlar ve kadınlı erkekli herkes onlara öykünür olmuş. Her iki cinsel yönelime de çekici gelen bu grubu izlemeye gelenler onları travesti olarak görmediklerini, her biri usta sanatçılardan oluşan bu grup sayesinde, baskı altındaki bir ülkede bu denli cesur gösterilerde özgürlüğün ve sivil itaatsizliğin tadını çıkarmışlar.
Sahnede ve dışarıda birçok yabancı dili de konuşabilen ve “Biz ne kadınız, ne de erkek, biz halkız” diyen ‘avantgarde’ tiyatro yaptıkları kabul edilen grup üyelerini izleyen bir ünlü, “Onların sayesinde Portekizce öğrendim ve çok sevdim bu dili” diyor. Asi sanatın gücünü bundan daha iyi ne anlatabilir!
Arkadaşlarımızla fark ettik ki salyangoz merdivenlerden aşağı ya da yukarı bize yol gösteriyor sinema salonuna doğru, fakat bu tasarımı yapanlar bir ayrıntıyı unutmuşlar. Önce Ragıp Ertuğrul’un fark ettiği gibi, sevimli salyangoz çizimleri arasında iz yoktu. Salyangoz iz bırakır! Tıpkı Žižek’in tanımladığı üçüncü türden ütopyayı gerçekleştirmek için her şeyi göze alan asiler gibi. Gay olsun olmasın, o asiler ölmezler, bir yıldız, bir parıltı olarak belleklere yerleşirler ve sonraki kuşaklar o devrimci ruhlu, zamanından çok ilerde ruhlu, fikirli bu bedenlerin bıraktığı izlerin peşinden yürürler, her tür ayrımcılığa karşı, her tür zorbaya karşı.
Žižek belgeselinde anlatılan kırmızı mürekkep fıkrasını unutuyordum az kalsın: Hapishaneden dışarıya mektup yazan baskı altındaki özgürlükçüler, dışarıdaki yakınlarına şu mektubu yazmışlar: “Halimiz iyi ve söylediklerimiz doğruysa mavi mürekkeple yazalım, kötüyse ve söylediklerimizin tersini kastediyorsak kırmızı mürekkep kullanalım.” Hapistekilere dışardan gelen yanıt ise mavi mürekkep ile yazılmış ve şöyleymiş: “Bizi soracak olursanız, çok iyiyiz, burası güllük gülistanlık. Hiç baskı ve zulüm yok, bir elimiz yağda, bir elimiz balda, Allah’a şükür her şey var. Piyasada bulunmayan tek şey kırmızı mürekkep!”
Ne tesadüf, Küba’nın yıldızı da kırmızı üzerine beyaz.
İkinci ütopyanın nimetlerinin keyfini süren kifayetsiz muhteris otoriter şahsiyetlere duyurulur!