01 Kasım 2010

İTAAT KÜLTÜRÜ 2: DONGULDAN

‘Hegemon’ (lider) iktidar illetini ve nimetlerini tattıktan sonra itaat kültürünün kardeşi atık kültürü ile kol kola çalışır.

Tarih kendisini yetersiz/iktidarsız gören erkeklerin tarihidir, ben bunu bildim, bunu söylerim. ‘Hegemon’ (lider) iktidar illetini ve nimetlerini tattıktan sonra itaat kültürünün kardeşi atık kültürü ile kol kola çalışır. İnsanı çeşitli korku ve müsrif beklentilerle yenik düşürüp atıklaştıran sistem, atıkları derleyip toparlayacak zaptiyelere, kolluk kuvvetlerine de gereksinim duyar. İşte Eskişehir’in üç bin nüfuslu Günyüzü ilçesinde Donguldan, başka yerlerde dışkı böceği, gübre ya da bok böceği de denen (The Beatles) bu atıkları itaat etmiş bahtiyar kölelerin gözünün önünden kaldırır, derler toparlar, gerekirse yer, bunu da gösterişli bir törene dönüştürür ki dişileri etkilensin. Doğadan edindiğim bu mecazın adının Donguldan olduğunu antropoloji yüksek lisans öğrencisi okurum Celil Hakyemez söylüyor, ben onun yalancısıyım. Celil diyor ki:

 

“Şimdi bok böceğinin, nam-ı diğer donguldanın, yaşaması için başka yaratıkların dışkıları gerekli. Başka hayvanlar pisleyecek ki donguldanımız yaşama alanı bulsun, yumurtalarını bokun içinde saklasın kendini bokun içinde gömsün ve hayatta kalsın nesillerini devam ettirebilmeleri için, aslında donguldanlar da kendilerini diğer böcek türleri gibi diğer akrabaları gibi başka şekilde yaşayabilirler (adaptasyon) ama onlar bokun içinden çıkmaya cesaret edememişler ve öyle bir yaşam tarzını benimsemişler... bokun içinde bir hayat! Günümüz insanlarına bir benzetme yapacak olursak da itaat edenler, itaat edilenlerin bokunun içinde yüzen, yaşam savaşı veren itaat edenler, bunlar da efendilerinin bokları olmadan yaşayamayacaklarına inandırılan insanlar, efendi köle ilişkisi ve efendilerinin boklarının içinde yaşarken orada mutlu olduğuna inanan köleler. Bu olguyu “Spartacus: Blood and Sand” dizisinde öyle güzel anlatmış ki hata yapan itaatsiz iki gladyatöre cezai işlem uygulanıyor ve bu cengâverler bok çukuruna atılıyorlar. Efendiler şu mesajı veriyor bütün gladyatörlere: İtaat etmezseniz sizi de ‘Ergenekoncu’ bunlar diye, o çukura göndeririz. Bütün köleler efendilerinin egosunu tatmin etmek için elinden geleni yapıyor kadınlar bedenlerini ortaya koyuyor efendilerinin cinsel tatmini için erkekler de bedenlerini ortaya koyuyor, kanlarını canlarını  efendilerinin para kazanması ve egosunu tatmin etmesi için.. biri bunu kabullenemiyor yanına yandaş arıyor isyan edecek hakkını arayacak ama yanına kimseyi bulamıyor öyle köleleştirilmişler ki bok çukurunda bir yasam onların kaderi olduğuna inandırılmışlar, efendileri bazen sopanın ucunu gösteriyor, bazen aba altından sopa gösteriyor ama bazen de sevinmeleri için onlara şarap ve kadın gibi ödüller gönderiyorlar. Böylelikle de köleler mutlu oluyor ve bok çukurunda yaşadıklarını unutuveriyorlar.''

 

Beş altı yıl önce Kütahya Dumlupınar Üniversitesi’nde bir yüksek lisans sınavındaki görevime gitmiştim. Ben oraya gitmişken bölüm başkanı eski öğrencim de okuldaki öğrencilere hitaben bir konuşma yapmamı istemişti ve Vanilyalı İdeoloji adlı kitabımdaki

fikirlerimden bahsetmemi istemişti. Sinema, popüler kültür, medya, internet vb. yollarla küresel bellek nasıl oluşuyor, kısacası kimlerin elinde olursa olsun, iktidar beynimizi nasıl sulandırıyor, hegemonya nasıl kuruluyor, düzeneği nedir, bir iktidar yaptıklarının halkın (cumhur) yararına olduğuna yine halkı nasıl inandırıyor, onlar için hayırlı olanı yine onların rızasını alarak ya da alıyormuş gibi yaparak, her tür oyuna da başvurarak nasıl iktidarda kalabiliyor? Bunları anlatmak üzere hazırlandım.

 

Salona girdiğimde bir de ne göreyim, en az beş yüz kişilik koca anfi tıklım tıklım. Ben hayatımda hiç böyle büyük bir kalabalığa konuşmadım. Salonun orta yerinden içeri girdik, bölüm başkanı ile. O kürsüye yürüdü ve bütün hanımefendiliği ile, saygıda kusur etmemeye özen göstererek beni (hocasını) tanıttı. Kürsüye çıkınca ilk sözüm: “Sizi Orhan Pamuk gelecek diye mi kandırdılar da doluştunuz böyle?” oldu.Gülüştüler. Orhan Pamuk henüz Nobel almamıştı. Donguldanlı bir yazıda onun adı niye geçiyor şimdi, hay Allah, yanlış yorumlanır, tüh. Neyse. Kendisi ile bilahare Amerikalı bir konuk yazar için düzenlenen yemekte de karşılaştım fakat ağzımı açıp onunla tek kelime konuşmadım. Karşı karşıya oturduk masada, beni sadece Paul Auster çevirilerimden tanıdığını söyledi, ben de gülümsedim. Bu kadar. Sanki gece onun için ayarlanmış gibi şenlikli konuştu, kendini ve yeni projelerini anlattı durdu. Neyse. Kütahya’ya döneyim. Ben de öğrencilere karşı konuştum durdum. (İçimden de düşünüyorum, hocalara tembih mi edildi, “Yoklama alacağız deyin, salon dolsun, Yusuf hocaya ayıp olmasın!”) Böyle dendi de okul içi itaat kültürü sayesinde mi ben böyle kalabalık bir salona konuşuyorum. Yanlış anımsamıyorsam, Dekan ya da Dekan yardımcısı da dinlemeye gelmişti, birçok hoca ile birlikte ve ben de bir üniversite salonuna ve öğretim üyesine yakışır ağzımla konuşuyordum güzel güzel.

 

Konuşmamı bitirdikten sonra, sevdiği kız Jenny alıp başını gene gitti diye Forrest Gump’ın ülkesini baştan aşağı koşup birkaç müridini peşine taktıktan sonra çölün ortasında ansızın durup “I wanna go home!” demesi gibi, durdum ve “Bu kadar akıllı bıdıklık yeter, şimdi sorulara, yorumlara geçelim” dedim. Birçok soru soruldu, yorum yapıldı ve yaklaşık yarım saat de böyle geçirdikten sonra “Yoruldum, gideyim artık” dedim. Bir delikanlının eli kalktı, son bir soru diyerekten. Peki dedim.

 

“Biz de sizin gibi öğretmen olacağız; bunca yıllık deneyiminizle, bize vereceğiniz tek öğüt ne olabilir?”

 

Eyvah! Hangisini söylesem? Ne güzel dinlediler, tartıştılar, kimileri ağzımdan çıkan her şeyi haldır huldur not aldılar. Böyle öğrenciler de vardır ya, konuşmacının tek sözcüğünü kaçırmak istemezler, yaz babam yaz. Biraz düşündüm vereceğim öğüdü, hımm, humm ettim. Dilimin ucunda bir öğüt var ama burada da söylenmez ki.

 

Söyle Yusuf, söyleme Yusuf, söyle Yusuf… sütünü içtin mi Yusuf, önüne bak Yusuf, konuşma Yusuf, tuvalette şarkı söylenmez Yusuf, dirseğini masaya koyma Yusuf, alnını koyacan yere Yusuf, yanağını değil Yusuf, put your pencil down Yusuf, bu saatte işe gelinir mi Yusuf, sana kaç kere söyliycem Yusuf, bavulunu eline veririm ha Yusuf…

 

Bu komutların hepsi ve daha nicesi çınladı kulağımda. Kafamın içi komutlar kakafonisi. Sonra, ansızın, bir öykümün ilk tümceleri dilimden dökülüverdi koca anfide, beni dinleyen yüzlerce kişinin yüzüne karşı:

 

Boka basmayın, boka basanlarla göt tokuşturmayın, bok bulaşır!

 

Önce boş bulunulmuş da atılmış gibisinden bir kahkaha koptu salonda, sonra bu kahkahalar, giderek temkinli kikirdemelere dönüştü. Bu cümle ile başlayan ilk öykü dosyam, ilk öykü kitabım 1994 yılında Can Yayınevi’nden geri dönmüştü. Fakat kürsüde olmanın, kalabalığın karşısında biraz daha yüksekte olmanın getirdiği bir rahatlık mıdır, yine bu konuşlandırma kalıbının bana verdiği huşu ile bulaşan “iktidar bende” yanılsamasından mıdır nedir, deyivermiştim işte. Ben sahneden inip anfi kapısına doğru merdivenlerden çıkarken yanlarından geçtiğim kimi öğrencilerin söylediğimi not alamadığını ve yanındakilere sorduklarını duydum:

 

-Neye basmayın dedi?

-Ne tokuşturmiycakmışız?

-Ne bulaşırmış?

-Yaaa, ne dedi yaaa?

 

Hocalıkta 33 yılımı doldurdum, vereceğim ilk öğüt yine budur. Not almayı kaçıran öğrenciler olduysa diye burada yeniden anlattım. Bu öğüdü tutmak olanaklı mıdır, henüz bilmiyorum, ama çabalamak gerekir, çabalayan, gerçekten derinlemesine düşünen kafaların mutsuz olacaklarını bilerek. Bile bile lades bir durumdur benimkisi.

 

İtaat Kültürü nelerle beslenir, ne tür beslenme kaynakları yaratır, neler üretir, pazarlar, insanı nelere imrendirir, insanı, dünyayı ne hallere sokar, bunlara da madde madde bir sonraki yazımda bakalım. Siz de bu arada düşünün sevgili okurlarım, şimdilik benim 30a yaklaşan maddelerime ekleyecek bir şeyleriniz olabilir mi? Övgü Tüzün ile çay kahve molalarımızda fikir tartışmaya bayılıyorum, zihnimde yeni hücreler açıyor güzel arkadaşım. Hocam, İtaat Kültürü’nü kitap haline getirin diyor. Du bakali n’olcak?

 

Donguldan önemli bir yaratık. Sine qua non. Olmazsa olmaz. Kutsal bilgi kaynağı ekşi sözlükteki janli’nin maddesinde de belirtildiği gibi, eski Mısır’da ölümsüzlük simgesi olması boşuna değil; Celil gibi eminim birçok gencin de fark ettiği gibi bize göre pis bir işi bedavaya yapıyorlar diye kutsal addedilmişler. Janli, benim de çok beğendiğim şu ünlü belgesel Mikrokozmos’taki performansları ile de Oskarı kaçırdıklarına pek üzülüyormuş. Bayılıyorum bu Ekşi Sözlük’ün kimi zaman kinik de olsa, genç zekâsına.

 

Genç zekâ dedim, duydum! İtaat kültürü pek korkar bu zekâdan. Yaşı ne olursa olsun, asiler bu zekâdan çıkar da ondan. Ağaç, bu yüzden, yaşken eğilir. İktidarını daim kılmak isteyen itaat kültürü, bu yüzden gençlerin, hatta çocukların kafalarını kuma sokmaları için sayısız göstergeyi, yöntemi kullanır.

 

Türban, bugünkü itaat kültürünün göstergelerinden biriyse eğer, daha ana rahminden çıkar çıkmaz kızlarımızın başlarına geçirilse daha iyi olur. İtaat kültürü bence doğum evleri, klinikleri önünde şubeler açmalı. Kızların saçlarının uzamasını, ilkokula gitmelerini beklemeye ne gerek var. Psikologlar, çocukların temel karakterinin ilk 3-5 yılda şekillendiğini söylemiyorlar mı?

 

Fakat itaat kültürü, tüm algı duyargalarımızı (namusumuzdur diyerek) kızlarımızın, kadınlarımızın bedenine odaklarken, erkeklerin, ataerkil, fallomorfik kafalarındaki ve hiçbir cinsiyete özgü olmayan o şekilsiz türbanlarını görmezden gelmemizi de sağlıyor. Soraya’yı Taşlamak filmini izleyin, anlarsınız.

 

Ama bu maddeleri bir sonraki yazıma ayırmıştım ben. Yine de, şimdilik şu kadarını deyivereyim: Bir metrelik bez parçalarından korkmayın diyenlerin, bu bezlerin imge, simge olarak çok konuşkan, akıllı ve yüksek sesli göstergeler olduklarını, kızların kafasında olmasına karşın, itaat kültüründen nasiplenen başka erkeklerin ya da erkek zekâsının sesi olduklarını bilmediklerini de sanmayın. İmgeler, simgeler, göstergeler konuşur. Hatta bağırır, komut verir, şiddet bile uygular. Her iktidar bunu bilir. Özgür ve demokratik seçim hakkı 18 yaşından sonra geliyorsa, yasalara göre, biraz daha akıllıca düşünelim, neyin dayatıldığı, neyin hür irade olduğu konusunda.

 

Kimler, neler girebilir donguldan sülalesi ya da sınıfına? Liste çok uzun olur gibime geliyor. Ben, Sokrates başta olmak üzere, eski ustalardan biraz daha okuyayım geleyim. Düşünce ve iktidarın tarihi bokun tarihi ile yakından ilintili çünkü.

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yalnızlar Evrenkenti & Recep

Ben bilmem, eşim bilir. Yumuşatılmış dahi olsa bilen beydir. \"Bilmek,\" kolayca kazanmanın yolunu bilmek olmuştur

TİYATROFOBİ!

Tiyatro korkusunun kökleri Yunanca theatron (izleme yeri) ve phobia (korku) sözcüklerinin birleşimine dayanır...

SATILMIŞ & BOSHLAND!

Bilim kurgu uzmanı ve yeni yılın ilk günü çok erken yitirdiğimiz canım arkadaşım...

"
"