Görmenin zamanı gelmiştir, geçmektedir.
Hoşgörü: Bu kavram üzerine çok yazılmış çizilmiş. Yıllardır izini sürdüğüm bu kavram üzerine bir iki söz de ben edeyim. Hoşgörünün geçmişteki tarihi ve sosyal ayıplarımızı örtmeyeceğinin altını çizmek, gelecekte aynı ayıpları yinelememek ve belki de hepsinden önemlisi, bu ayıpların ayıp olmadığını sanmak gafletine düşmemek için. Tabii bir de gelecek kuşaklarımızın başının dik yürüyebilmesi ve kardeşçe yaşayabilmeleri için.
Yıllar önce ‘Amerikan kültüründe çokkültürlülük’ konulu bir konferansın kapanış panelinde ben konuşmadan önce Fishkin soyadlı değerli bir Amerikalı akademisyen hoşgörü formülünü açıklamıştı: 1. Ötekini tanı 2. Ötekine saygı göster 3. Ötekine hoşgörü göster. (Know the other, respect the other, tolerate the other). O panelde, son sözcüğü duyar duymaz tüylerim diken diken oldu, iki yandan dişlerim uzadı, tırnaklarım büyümeye başladı. Kadıncağızın üzerine atlayıp saçını başını yolmamak için kendimi zor tuttum. Sıra bana gelince de, pençemi geri çekip dilimi uzattım bu “pişkin” formüle. Sonra da “Türkiye Çok Mu Kültürlü” diye kinayeli bir yazı yazıp susan akademisyenlere ve “Biz hoşgörülü ve birbirine bağlı bir toplumuz, hepimiz İbrahim Tatlıses dinleriz, çiğ köfte severiz” diyen Amerikan güdümlü “top-notch” prof’ların benim haddimi bildirmek için yarıştıklarına hayretler içinde görmüştüm. Doğuda, Güney Doğu’da köylerin boşaltıldığı zamanlardı ve bunu İnsan Hakları Bakanı’nın söylediğini benim de panelde telaffuz etmem, beni bu prof’ların gözünde Marxist-Leninist yapıvermişti. Benim kardeşlik formülümde ise, ilk iki sözcük yer alabilir (tanımak ve saygı) ama tolerans yerine İngilizcedeki ‘acknowledge’ sözcüğünü yeğlerim. Bu sözcüğün anlamı, ötekinin öyle olma hakkını ‘kabul etmek’ de değil. Bu haddi de görmem kendimde. Bu sözcüğün anlamı ‘öyle olduğunu görmek’tir sadece. Panelden sonra bir İtalyan asıllı Amerikalı, beni kahramanlaştırıp öykü yazıp bana vermişti; kimsenin demeye cesaret edemediğini demişim diye.
Bunu da hiç anlamış değilim. Yanlışı görmek ve gördüğünü söyleyebilmek niye kahramanlık işareti olsun. Batılının bu onurlandırma davranışını da küstahlık olarak algılarım. Susma Cesareti gösterilecek yer var, ciyak ciyak bağırıp sivil itaatsizlik gösterecek yer var. Yanlış yerde ve zamanda susanların sürü psikolojisi hakkında düşünmeleri gerekmez mi? Yabancının bu saptaması, aynı zamanda burada fikrin özgür olmadığı, özgür fikirlerin yaratılamadığı, yaratılsa telaffuz edilemediği, telaffuz edilse tahammül edilemediği ve dolaşımının engellendiği anlamına da geliyordu kuşkusuz. Akademisyenliğe aidiyet duygumun sarsıldığını tahmin etmişsinizdir.
Bu panelde aklıma gelen üçüncü sözcük aşama, ‘saygı ve sevgiyle karşımdakinin öyle olma doğal hakkını görmek’ geçen yıl dünyayı sarsan 3-D (üç buutlu) filmi Avatar’da karşıma çıkıverdi. Romantik yanımdan vuruverdi film beni çünkü birbirinden farklı mavi aşıklar Neytiri ve Jake, “I SEE YOU” (Seni görüyorum) diyorlardı, ‘Seni Seviyorum’ yerine. Haliyle, ben başka bir sevdim bu filmi. ‘Seni olduğun gibi görüyorsam, sevmemem olanaksız’ anlamı çıkıyordu ve burnumun direği sızlayıverdi tahmin edeceğiniz gibi. Sadece ABD’yi anıştıran kuvvetlerin doğal ve doğal olduğu için güzel ne varsa yakıp yıktığını cesur bir şekilde göstermesine değil, aynı zamanda bu mavi yaratıkların birbirini ötekileştirmediğini, öyle olma hakkına sahip olduklarını sadece gördüklerini, bu konuda ne siyasi, ne duygusal, ne sosyal her hangi bir tavır da göstermeden sevmeleri gözlerimi doldurmuştu, çünkü ütopikti. Sözcükler sadece temasla, başka ya da farklı olana dokunmakla ancak kendisini olumlu anlamda kanıtlıyordu, doğruluyordu. Oscar ödüllerini bu filme ve yönetmeni Cameron’a değil de, Amerika’nın Irak’ta kurtarıcı rolü oynayayım derken öteki dünyada harcandığının, üstelik kadir kıymet bilmez Iraklıların canlarını kurtarırken can verdiklerinin altını çizen Hurt Locker’a ve bu filmin yönetmeni Cameron’un eski eşine vermelerine de şaşmadım.
İroni zamanıdır: “I see the Academy! I see the USA!”
Fakat akıllı Amerikalılar da öğrenmişler öteki sözcüğünün kullanıldıkça çoğalan anlam ve alanlarının ki kullanmamaya başlamışlar: Bayan Fulbright geldi geçtiğimiz aylarda Bahçeşehir Üniversitesi’ne ve öğrencilerle konuştu. Bayan Fulbright eşinden ve eşinin adına dünyanın her yerinde verilen bursun ulaştığı noktalardan, amaçlarından söz ederken “other” sözcüğünü kolaylıkla sarf edebileceği yerlerde bile kullanmamaya özen gösteriyordu. Ben de bunu fark ettiğimi söyledim. Söyledim ki öğrenciler fark etmedilerse, ötekileştirme illetine ve acılı sonuçlarına karşı bir nebze olsun uyarılsınlar istedim. Öteki ve ötekileştirme mekanizmaları, iktidar oyunlarından biridir ve başta dilimize, sonra davranışlarımıza, seçimlerimize ve yargılarımıza hükmeder. Hegemon bilir bunu ve kullanır. Hegemon bu tavrına hoşgörü mü bekler? Ona karşı olanlar “I see you!” der gizli gizli, ta ki o hegemon farkına varmasın, karşı güçler bir araya gelsin ve onu devirsin, Spartaküs ve arkadaşları gibi.
‘Hoşgörü’ için İoanna Kuçuradi hocamız “Batı dillerindeki ‘Tolerans’ sözcüğü ile çakışmıyor” diyor. CHP genel kurulu, yeni yıl ve seçimler öncesinde, başta günümüz hükümet yetkililerini örnek olarak gösterebileceğim bir saptamamı iletmeden geçemeyeceğim: Yıllardır incelediğimiz, alıntı yaptığımız düşünürler (‘seer’/’gören entelektüeller’ anlamında) çoğunlukla ‘gelişmiş’ batılı ülkelerden. Hoşgörüsüzlüğün sınırları bu noktada da görülebiliyor: Henüz ‘gelişmemiş’ (batının gözünde uygarlaşmamış) ülkelerden/uluslardan düşünür çıkabileceğini kabul etmeme küstahlığı, düşünür tekelinin, dünyaya yön verecek kafaların yalnızca kapitalist ülkelerden çıkacağı yanılgısı. Bu aşağılık duygusu da öğretilebilir. Yıllardır Emerson söylemiştir diye derste anlattığımız birçok fikri ondan binlerce yıl önce Budistler, sonra da Rumi ve benzeri düşünürler söylemiştir. Uygarlığın doğudan batıya gittiği unutturulmuştur. Eski ustalar, özellikle romantikler, bu yüzden Doğuculuk (Orientalism) dürtüleri ile egzotik kültürlere ilgi duymuşlar, yeniler ise Batı’nın dolar ve avro kokan helvasını sevmeye başlamışlardır.
Gençlik bu gidişata hoşgörü göstermek istemiyor. Bu noktada, şimdi gazetelerde dikkat çeken İsyan Kitabı’nın, ya da Wikileaks’in dünya küresel elit hegemonyasına dur demekte ne denli başarılı olabileceğini görmek istiyorum. İtalya’da halkın ‘hırsız’ dediği adam yine güvenoyu alınca, dünya da bir -Y- yol ayrımına geliverdi gibi görünüyor. Dünya gençliğinin 1968 benzeri bir birleşme ile gidişata dur diyebilmelerini isterdim, bunun için de bankalardan paraları çekmek gibi sivil itaatsizlik örneklerini yürekten destekliyorum. T24’teki ‘Voltran’ mecazı, yine batı popüler kültüründen oyun ciddiyetsizliği gibi görünse de umut verici. Güçlerin birliği adına bir Heman ya da Süperman beklemekten iyidir.
Hegemonu hoşgörmeyin, hoşgörürken yüzünüzdeki (John Locke zehirlenmesi) batıcıl gülümsemeyi aynada bir görün. Mutluluğa giden yol tek bu değildir. Tolerans anlamındaki hoşgörü, tahammülü getirir. Tahammül ettiğinin farkına varmak ise, tahammül edememekten daha kötü bir durumdur ve ya çatışmayı/kavgayı doğurur, ya da iktidarı elinde tutana öteki(ler) üstünde tahakküm kurma hakkını kendisinde görme yanılgısını ya da küstahlığını. Kenan illerindeki hoşgörüsüzlükten çok öncelere dayanır bu küstahlığın tarihi.
‘Hoşgör sen, affet gitsin aldırma’ şarkısını söyleyerek yıllarca tahammül ettiklerimiz, şimdi bize tahakkümü leblebi çekirdek gibi yedirmektedirler. Halk ise sığ saptamalar ile amibler gibi bölünmeyi sürdürmekte. Bu bölünme çoğalma değil, tükenmedir. Bir taksi şoförü İstanbul’daki bozulmayı ‘çiğ köfte ve lahmacun geldi de ondan’ diyerek özetleyebilmekte, bir diğeri ise İslami polis devleti çoktan gelip yerleşti, farkında değiliz, diyebilmektedir. Üçüncü bir şoför ise, milliyetçi liderden bir emir ile taksi şoförlerinin orduya dönüşebileceğini söyleyip karabasanlarıma sos katmaktadır.
Tolerans’ı, kişinin kendisi gibi olmayanların doğal haklarına (“çıkarlarına değil, haklarına” diyor Kuçuradi hoca) ‘zarar vermemesi ya da zarar vermek istememesi özelliği’ olarak yorumluyor. Dinci-milliyetçi-ırkçı bakış açılarının desteklediği çatışmaların ortaya çıkardığı çıkmazları, ikilemleri artırmak da küresel iktidar heveslisi mihrakların oyununa dönüştü ve toplumları/ulusları bir arada tutacak saltık değerler aranmaya başlandı. Bir ‘Mutlak’ yokluğunda farklılıkları bir merkeze itekleyen bu sanal gereksinim, iteklendiği merkezde kendi kimliğini göremeyenler, var olduğunu hissedemeyenler için işkencedir, şiddettir.
Bir damarımız, birikmiş hıncımızı almayı bekliyor. Bir damarımız, zamanı gelse de, hoşgörü göstermesek artık diye bekliyor sinsi sinsi. İktidar ve medyası da, bunun kokusunu çoktan almış da kışkırtıyor gibi. Bu hoşgörü meselesinin vardığı son nokta ve kimsenin farkında değilmiş gibi davranmayı yeğlediği durum ise, özellikle din/mezhep ve dil meselelerinde “kamu işlerinin düzenlenmesi ve yönetilmesiyle ilgili bir istem olarak: yani aynı konuya ilişkin farklı düşünce ve pratiklerin oluşturduğu bu alanla, kapsadıkları önceden belirlenemeyecek olan bir alanla, ama sınırlarını tolerans konusu olamayacakların – bu alanın dışında kalması gerekenlerin- çizdiği bir alanda ilgili bir istem” olmasıdır. (Kuçuradi).
Hocamdan benim anladığımın kısacası şu: ilişkilerde karşılıklı saygı yerine, bir tarafa boyun eğdirme (itaat kültürünün hoşgörüsüzlük yansıması olarak tahakkümü) girişimi ve bu girişim Michael Walzer’e göre de geçmiş bütün imparatorlukların hatasıydı (Hoşgörü Üzerine, Ayrıntı, s.69). Walzer, tüm grupların boyun eğmesini imparatorluk düşüncesinde tutarlı bulurken, merkeze yakın bir grubun önünde sonunda diğer gruplar üzerinde tahakküm kurmak isteyeceğinin de altını çiziyor (s.70)
İki dedim ama yine uzattım sözü. Halk partisine “projeniz var mı, kaynağınız var mı? diye bağıran bir Başbakan da duyar belki ve tahmin edebilir halkın da kendisine “ya sizin projelerinizi kimler geliştiriyor, ya sizin kaynaklarınız nelerdir, açıklayınız! Türkiye’de satılmadık ne kalmıştır, hangi doğal kaynağımız artık bizimdir?” diye hesap sorabileceğini, farklılıklarımızın düşmanlık için kışkırtılması yerine, her alandaki farklılıkların saygı ile “görüldüğü” hükümet programları talep edeceğimizi bilmeliler. Walzer şu saptamasında haklı:
“Bu gruplar açısından, çokkültürlü hoşgörünün gerçek alternatifi güçlü ve somut bir Amerikancılık (Amerika sanki eski dünyanın bir ulus devleti imiş gibi) değil, yaratıcı olan her merkezin dışında büyük bir insan süprüntüleri yığını, içi boş ya da rasgele doldurulmuş bir bireyciliktir.” (s. 119. Çev. Abdullah Yılmaz).
İsyan edenler! Asi gençlik! Kitabımız yeniden yazılıyorsa, taleplerimiz bu kof bireyciliğin aksi simgelerinde aranmalı, gülen adamın aksinde değil: Kardeşime dokunma, kardeşime– senin haddin olmadığı halde – tutamayacağın özgürlükler vaat edip onu bana karşı kullanma!.
Kardeşlerimin yetimleri adına size, kim olursanız olun, size hoşgörü göstermeyeceğiz, iktidar illetinin doğallıkla ilgisi yok. O koltuk size şeklini verdikçe de yetimlerimizin sayısı artacak, bunun için isyan edişimiz.
İktidarın özgürlük alanlarını açtığı grupların bu işret sofrasının keyfini sürerken kimlerin ötekileştirildiğinin ayırtına hemen varıp, aynı sloganları atmaları gerekir, hem de kendilerine o özgürlüklerin sağlanması, başkalarının özgürlüklerinin kısıtlanması anlamına geliyorsa. İktidara yakın grupların bu uyanış sürecini de başlatmak gerekir. Örneğin başörtülü gençlerimizin de özgürlüklerini yaşarken aynı zamanda kullanıldıklarının da ayırtına varmalarını bekleriz, başörtülerini çıkarmadan istiyorlarsa. Doğal haklarımız, özgürlükler diye veriliyorsa, bunun karşılığında bir merkeze yönelim (haliyle o merkeze boyun eğme ve o merkezin ötekilerini hor görme, aşağılama, hatta katletme öneriliyorsa, ödül olarak vaat edilebiliyorsa) bu haklar başka iktidarlar tarafından geri alınabilir, askıya alınabilir, kaldırılabilir de. Tarihimizde bunun örneklerini çok yaşadık.
Şunları söyleyebilmeliyiz artık: “Doğal olarak hakkımı bana vermek senin ne haddine, benden almak senin ne haddine! Suyumu, ekmeğimi, toprağımı, eğitimimi, öğretimimi, sağlık hizmetlerimi, cinsel vb. tüm kimlik özelliklerimi, dilimi, inancımı, bana lütufmuş gibi vermek ve ben sana diklenince benden almak senin ne haddine!” Hoşgörü tanımı içine girmeyen budur işte. Doğal hakların, bir grubun iktidar alanı içinde oyuncak görülmesi hoşgörülemez. Gördüğümüz budur.
Körlük filminin finali gibi, bizim gözlerimiz açılırken, yederin gözleri kör oluyor. Hoşgörüsüz yederin korkusu, diline davranışına vuruyor.