16 Mayıs 2011
Goyakla! Ah Goyakla! Sen ölmemişsin anladığım! Ölseydin, her öldürdüğüne, sevinçle ve gururla senin adını vermezdi bu Amerikalı!
Ölmedin çünkü dünya hepten teslim olmadı daha. Bîümit değil, bir ümitle yazıyorum gene.
Türkiye, Türkiye’miz ve emperyalizmin inlettiği ve efendileştirilen dilimizde ‘küresel-leşmiş’ dünyamız ‘ezik yetiştirme yurdu’ haline geldi, ‘diye düşünüyorum’. Dilimize pelesenk ve dublaj kökenli bu ‘diye düşünüyorum’ gereksiz eki de bu halimizin dildeki en belirgin göstergesi. “I think…” diye başlayan İngilizce çevirilerden TV kültürü aracılığı ile dilimize yapışan bu yaygın yanlış eziklendiğinin farkına varmayan aydın kesim tarafından da Ömer Asım Aksoy’un kemiklerini sızlatacak denli sıklıkla kullanılıyor. Bu eki duyduğum zaman alt metin olarak şu geçiyor bana:
“Ben kimim ki fikir sahibi olayım. Hadi fikrim var, ben kimim ki ferasetim ile belli edeyim bu fikrimi. Fikrimi soran pek de yok zaten; olsa da bu fikri ifade etmek benim haddim değil; haddim olsa da fikrimi söylemek başıma iş açabilir; hem zaten kendimi nasıl ifade edeceğimi pek bilmiyorum ama bildiğim kadarı ile yürüdüğüm yolumda da ‘Allaha şükür’ iyi kazanıyorum, Nobel olsun olmasın, ödüller de kazanıyorum. Az bilip, az üretip çok tüketiyorum, aksi takdirde yasaklanırım, baskıdan, totaliter rejimin uygulamalarından nasibimi alırım, yitirecek birçok şeyim var, marka giysilerim, arabam, son model cep telefonum, kaygı üreten öcülerim var. Ya beni de götürürlerse? Bu yüzden işte, kızmayasınız, beni eleştirmeyesiniz, benim haddimi aştığımı sanmayasınız, öyle sanıp da canıma okumayasınız diye ekliyorum ‘diye düşünüyorum’u.”
Dil başta olmak üzere inandığımız mutlak doğruların hemen hepsinin yıkılması gerekmektedir; teslimiyet için, kaygıdan gebermemek için, kayıtsızlığa teslimiyet gerekir diye bir uslamlama yapalım diye bu yavaş ve planlı bir ‘staj’ programı gibi gerçekleştirilmektedir.
İtaat kültürünün en görünmez, en yavaş süreçlerinden ‘ezik yetiştirmek’ işlevi başta medya ve popüler kültür yardımı ile ve gelmiş geçmiş tüm siyasilerimizin de hataları ile Türkiye’mizde başarı ile uygulandı, uygulanıyor.
Yukarıdaki tabelayı yan yatırınca, kazanan ile ezik/kaybeden sözcüklerinin anlamları birbirinin yerine geçecek. Yukarı çıkan kazanandır diyor ok çünkü. Kahramanların, siyasi idollerimizin tanrısallaşmasının (apotheosis) uzamsal göstergesi de orası, yukarısı. Tanrının mekanı olarak da işaret parmağımızla yukarıyı gösteririz, algılayabildiğimiz insan boyutumuzda.
Türkiye siyaset tarihinin “Kaset Dönemi” yaşanıyor şimdi. Eskiden şarkılardan oluşan “Bir kasedin var mı?” diye sorulurdu. Şimdi başını öne eğdirtecek bir kasedin var mı, ona bakar olduk. Merakla bekliyoruz, siyasi büyüklerin ya da ünlülerin kendilerini nasıl rezil ettiklerini. Onların durumuna düşmediğimiz için seviniyoruz, ama onlara üzülüyoruz da. Ya da Shakespeare zamanının tiyatrosunda halkın ayakta izlediği neydi? Merakla sonuna kadar beklediği, Globe tiyatrosunun üstü açık orta bölümünde halk yağmur altında bile o kralların, kraliçelerin, soyluların başına gelen felaketleri izlerken rahatlatıyordu. Belli kişilerin başına gelen felaketleri işleyen, öleni öldürüp intikam vb. aldırtan Shakespeare, halkın kaygılarından kurtarıp rahatlamayı bir de ek bölümle sağlıyordu. Devlet işlerinin yerinde olduğunu gösteren son bölüm. Kral öldükten, hainler cezalarını bulduktan sonra, halk devlet işlerinin yine ve yeniden rayına oturduğunu görüp öyle gidermiş evine. Antonius’un “Yurttaşlar! Brutus hain değildir” diye haykırdığı nutku, o ironik tirad, boşuna değildir. Antonius halkı öyle bir dolduruşa getirir ki, tirad bitene kadar halk öldürülen zorba Sezar’ın masum olduğuna inanıp Brutus ve arkadaşlarına karşı galeyana gelmiştir bile. İmparatorluk fikrine hizmet eder Antonius.
İşte bu noktada, Orhan Pamuk’un memleket meselelerine ilişkin yorumları ‘dokunaklı’ bir hal almaktadır. (http://www.odatv.com/n.php?n=orhan-pamukun-tek-dogru-saptamasi-hangisi-1405111200) çünkü Brutus ile değil Marcus Antonius ile özdeşleşmiş gibi konuşmaktadır. İçinde bulunduğu çemberi, dışarıdaymış gibi ve giderek dışlanmanın getirdiği kaygıyı telafi etmek için her söylediğini hadis sanmak yanılgısı ile halkı etkileyebileceğini sanarak ve o her zamanki ego atışları ile sürdürmektedir, üstelik şimdiki iktidarın başarılarının altını çizerek konuşmaktadır. Pamuk’un halini ‘dışlanmışlığını hazmetmeye çalışma alıştırmalarını’ cari açığı görmeyip, ‘milli hasıladan kişi başına düşen gelir yükselmiştir’ haberine inanmamızı bekleyenlerin haline benzetiyorum. Şekspir trajedi kahramanlarının trajik kusurları oluşu ve bu kusurlar yüzünden düşüşlerinin kaçınılmazlığını biliriz. Ne yazık ki trajedilerde ‘yücelik’ kazanan oyun başkişileri, iki doğru arasında seçim yapmak zorunda kaldıkları için cürüm işlemekten uzak duramazlar. Gerçek hayatta genellikle çok ve boş konuşanlardan çıkmaz böylesi ‘yücelik’. Sorumluluk sahibi sanatçıların onları izleyen halka doğru yolları gösterebilmek görevleri de vardır. Ezilmiş bir halka, zorbaya aşık olmak gerekliliğini ima eden ve “iktidar şunu başarmıştır” benzeri konuşmalar yapmak bir eli yağda, bir eli baldaki bir kişiye yakışır ancak. Adama, “uymuştur, uydurulmuştur, uygunlaştırılmıştır” deyiverirler. Yazarların şahlarından Eduardo Galeano, Tepetaklak adlı yapıtında, tersine dünyanın insanları başarı modelleri ya da hülyaları ile yamyamlığı, vicdansızlığı ödüllendirdiğine dikkat çekiyor (s. 14). Kitabın sadece bu birinci bölümü bile EYY’i açıklamaya yeter. Şiddetle salık veririm, hâlâ okumadıysanız. (Çitlembik, 2004. Çev. Bülent Kale).
EYYin söylem analizini yapalım: 1. Sahip olabileceklerinize özendirir: araba, emlak, özel sağlık sigortası, cep telefonu, vb. sınıf göstergesi mal mülke sahip olmayı hedeflemek sistemin gereklerinden sayılıyor artık. 2. 2. Sahip olamayacaklarınıza özendirir, sahiple özdeşleşmenizi sağlayıp onun yerine, oymuşsunuz gibi kosalmanızı, hatta boşalmanızı sağlar, kof kibir abidesi gibi dolaştırır insanı. Baudrillard’ın similakrumunu bir de bu açıdan yorumlamak gerekir. Sevişmek yerine porno izlemek, ya da futbol oynamak yerine oynayanları izlemek gibidir bu durum. İmrendirip, yapamayacağını anlayınca seyirci durumuna getirilmektir. Kötü eleştirmenlerin haremağalarına benzetilmesi bundandır. Bu ikinci gruptakilerin ‘orduya’ katılması an meselesidir. 3. Baskıcı ve tüketimci zihniyeti kolkola işbaşında tutar EYY. ‘Ben Fatih’in askerlerindenim’ diyebilen bir taksi şoförü, size haddinizi bildirmeye kararlıdır. Zaman benim zamanımdır demektedir ve taksiden indiğinizde canınızı kurtardığınıza sevineceğinizi bildiğinden de paranın üstünü vermez size. Baskıcı hegemonun ayak takımı sizi evinizin kapısından alıp işinize götürürken bunu yaşatır, öte yandan tüketim dizgesinin kimi internet siteleri ise şöhreti hangi yaşta olursanız olun yakalayabileceğinizi gösteren haberlerle açılır.
EYY mezunlarından bazıları “hasbelkader” ünlenir, mevki sahibi olurlarsa kifayetsiz muhteris ve otoriter kişiliklere dönüşmelerine şaşmayınız. Zorda kaldıklarında, onu rahatsız ediyorsanız yüzünüze karşı en sıklıkla kullandıkları ifadeler arasında şunlar yer alır: 1. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” 2. (biraz zorda kaldığına inanırsa eğer) Ben seni evladım gibi severim! 3. Valla, bu kadar da acımasız olmamak gerek.
Geçenlerde Bahçeşehir Üniversitesi’nin Sosyoloji bölümü konuğu olarak gelen ABD Savunma Üniversitesi profesörü Dr. Moss’a da sordum aynı soruyu: Frankenstein’ın yaptığı gibi yaratılan canavar size efendilik yapmaya geliyor. "You are my creator, but I am your master. Obey!"/ Sen beni yaradansın ama ben senin efendinim, itaat et!” der yaratık. Sizi vurmaya geri geliyorlar yarattığınız yaratıklar (‘blowback’ deniyor savunma terminolojisinde) ama siz savunma ya da güvenlik bahanesi ile yeni yaratıklar yaratıyor ya da varolanları besliyor büyütüyorsunuz, kısa vadede işinize geliyor çünkü. Bir düşmanın canına okumak için yarattığınız Frankenstein’a karşı başka bir yaratık üretmek zorunda kalıyorsunuz. Ne yaptığınızın farkında mısınız? Bu da mı savunma için?” diye sordum. Ne yazık ki soru, İsa’yı çarmıhta babası niye yalnız bıraktı sorusu kadar çetrefilli ve doyurucu olmayan yanıtlarla dolu Hıristiyan-emperyalist bellekte. Konuyu kapattık. Çünkü yeni değil bu durum. Tarih, bu yaratıkların örnekleri ile dolu ki Mary Shelley de 1818’de yayımlanan ve ‘şeytan, iblis’ de dediği bu yaratığa Adem ismini boşuna vermemiş.
4. Doğrudan müdahale ya da dolaylı sansürlerle özgürlükleri kısıtlar (İnternet yasağı gibi). 5. Güvenli olduğu sanılan kozalar oluşturur, insanlar, insancıklar, gelecek kaygısı ile dolunca bu kozalarda ses etmeden TV seyreder, sevdikleri ile mutlu yaşadığını, komşunun başına neler geldiğini de görmeden, duymadan vicdanı rahat yaşadığını sanır. Bira ve Futbol bunun için vardır. Hepten yitmiş bitmiş gibi görünen iki genç bu gece vapurda trenle taksime nasıl çıkıldığını sordular, bira kokuyorlardı ve boyunlarına dolanmış futbol takımının atkısı. Bira ve futbol acaba neyi unutmalarını sağlamıştı? Alkolü yasaklamayı akıl eden iktidar futbolu niye yasaklamaz acaba? Popüler kültürün silahlarının başında yarışmacı yaşam biçimine gaz veren, hep kazanmamız gerektiğini aşılayan bir düzenin azgınca saldırılarını niye yasaklamaz? Canlı para gibi programlar, Survivor, Yetenek Sizsiniz gibi sürüsü batasıca ‘müstehcen’ program, çocukların, gençlerin telef olmasını, atıklaşmasına zemin hazırlar. 6. EYY zihniyetinin çöpten çelebiler yetiştirdiğini görmezden gelir. Bin kişi ezik yetişiyorsa, bir kişi zengin ve başarılı oluyordur ya.
7. Baskıcı sistemin baskıya doyacağını, sıranın ona gelmeyeceğini sananları yetiştirir ve onlara şimdiki zamandaki hallerini ‘mutluluk’ olarak tanımlatır. Kangallara uygulanan itaat alıştırmalarından ne farkı vardır halka uygulanan internet yasağı benzeri uygulamaların. “Seni shop shop seviyorum” diyen tüketim toplumunun azmışlığını gösteren reklamlar ile zorbalığın dorukta olduğu, baskıların arttığı bir dönem, iyimserce düşünmek gerekirse, hegemonun son dönemidir. Tıpkı, bir yıldızın hepten ölüp yok olmadan az önce en parlak döneminde oluşu gibi.
EYY üyelerinin acıklı öykülerinden en dokunaklısı Adalet Ağaoğlu ustanın romanı Fikrimin İnce Gülü ve o romandan Tunç Okan ustanın yaptığı Mercedes, Mon Amour (Sarı Mersedes). Usta yazarımıza, usta yönetmenimize ve şimdilerde bağlama çalıp türkü okuyan ve artık Yeşilçam dışında kalıp EYY zihniyetini reddeden o usta oyuncu İlyas Salman’a selam olsun. İnsanlık anıtlarını ucubeleştiren zihniyetin, bu sırada halkı, sistemi ucubeleştirdiğini görmezden gelmemizi sağlayan bir körebe oyununa döndü hayat.
Ezik yetiştirme yurdunun, itaat kültürünün söyleminin temel direklerinden militarizme karşı vicdani retçiler bakınız ne diyorlar: “Söz konusu olan, varoluş tarzları icat etmektir, bilgi onların içine sızmaya ve iktidar onları kendisine mal etmeye çalışsa da, hem bilgiden kaçabilecek hem de iktidara direnebilecek isteğe bağlı kurallar uyarınca…yerleşilebilecek, meydan okunabilecek, destek alınabilecek, nefes alınabilecek yaşanabilir bir bölge oluşturmak için çizgiyi kıvırmayı başarmak gerekir. onun üzerinde, onunla birlikte yaşamayı başarmak için çizgiyi eğmek; hayat memat meselesi.”
Korsan taksi kalmayacak diyen başbakana teşekkür mesajları yapıştıran araç sahipleri korsan taksilerin 444 numarası nasıl alabildiklerini niye sormazlar. Deve nerem doğru mu demişti? Balık baştan mı kokardı? Hangi atasözüne sığınayım?
John Ashbery’nin yıllar önce çevirdiğim “These Lacestrine Cities” (Bu Gölcül Kentler) başlıklı şiirinden alıntı yapayım, halimizi, şimdiki zamanki halimi özetlesin:
İnceliklerle, sonra da kaygısızca bir de bakarsınız ki …
Bir şeylerden deve yapmışsınız, dağ yapmışsınız.
Düşünceli bir insansınız ya bir de, bütün enerjinizi bu anıta dökersiniz,
Bu anıtın rüzgârı arzudur, taç yapraklarını kolalarsınız,
Düş kırıklığıdır da, başınıza gözyaşlarından alaimissema yaparsınız.
Korku dağları sarınca sahip olabildiği ya da sahip olamadığı için eziklenen halkın oyları hegemona gidecektir. Bundan hiç kuşku duymaz hegemon. Çünkü tiraj, reyting ve tıklanmak derdindeki medya, reklam alabilmek için, it dalaşını spor karşılaşması seviyesindeymiş gibi gösteren haberlerle, hegemonu en pöpüler şarkıcıdan daha görünür kılmakta hiç bir yanlış görmemektedir. Bunca görünürlüğün arkasınd, her zaman meydanda bulunanın aslında görünmediğini medya bilmezden gelir. (İngilizcede buna “conspicuously invisible”, dedim. Bu oxymoronik durumun acı tatlısını yiyoruz şimdilerde.) En çok görünen, aslında hiç görünmeyendir, kendini, aslını hiç göstermeyendir, gibi bir denklem de kurabilirsiniz.
İktidar, iktidarını ancak ve ancak görünürlük alanlarını (kuşkusuz medya bu alanların başında gelir) kullanarak göstermek zorundadır; gösteremediği alanlarda ise o boşluğu çağrıştırmak, ‘anıştırmak’ zorundadır, bunu reklamlarla çok iyi yapabilir. Ankara cadde kenarlarında gördüğüm kobi reklamındaki ortayaşlı adam Amerika’daki cemaat liderinin bıyıksız halidir. Onun anıştırılmasıdır. Bir bankanın Kobi reklamı gibi görünmektedir. Cemaat liderinin bıyıklı olduğunu anımsarsanız, bu reklamdaki adamın parmağı ile bıyık yerini niye kapattığını da anlarsınız. Böylece, parmak bıyık yerine geçer, adam kapattığının altını çizer ve banka cemaat liderini anıştırma işlevini, Amerika’daki lideri başkentin orta yerinde görünür kılmayı da başarmış olur.
Hâlâ şiirden medet umuyorum: Yugoslav asıllı Amerikalı şair Charles Simic’in bilmece gibi kısacık şiiri “Karpuz” da halimizi özetliyor, kavrayamadığımız bir hayatı karpuz dilimine benzeten şair, “gülücükleri yiyoruz, çekirdeklerini tükürüyoruz” diyor. Simic’in ”Korku” başlıklı başka bir şiiri ise ezik kültürünü yine üç beş dizede özetliyor. Kaygı ve korku dağları sarınca, korkacak bir şey kalmasa da eziklerden oluşma toplum ürkmeyi, ürpermeyi, kaygıdan konuşmamayı sürdürür:
Korku insandan insana geçer
Bilisizce,
Çünkü bir yaprak ürpertisini
Geçirir diğerine.
Hepsi birden bütün ağaç başlar titremeye.
Üstelik rüzgârdan eser de yoktur
Blake’in “Baca Temizleyicileri”, Ginsberg’in “Uluma” başlıklı şiirlerini de okuyun. Bilinciniz tazelensin. EYY çocukları Moloch’a nasıl kurban ediyor okuyunuz; çocuklarımızı atık olsunlar diye doğuruyoruz!
Başta Kürt ve Türk halkları olmak üzere, Türkiye’yi oluşturan tüm halkların kardeş olma vakitleri gelmiş de geçmektedir. Çocukluğumda bilmediğim, ancak gençliğimde tanıştığım bu ayrımcılığa ve ötekileştirme, antagonizma tuzaklarına düşmeyelim, demek kolaydır. Düşüp düşmemeyi yeğlemek ise taraf tutmaktır. Kimlerle aynı kefede olduğunuzu, ne gibi çıkarlar ya da idealler peşinde koştuğunuzu ele verir ve gelecekte kimleri azizleştirmiş olabileceğinizi ve kimlerin hışmına uğrayacağınızı da ima eder.
Goyakla! Ah Goyakla! Apaçi halkı ve ezik yetiştirme baş mümessili ABD kayıtlarındaki adı ile GERONIMO! Amerika sokaklarında alkolik Kızılderili kardeşlerini gördüğüm gün aklıma geldi bu EYY. Seninle başladım söze, seninle bitireyim!
Amerikalının kıtayı ele geçirme harekatı sırasında (ki bu işgali Frontier/Sınır yakıştırması ise güzellerler) ezilen, katledilen halkından kurtarabildikleri ile hapsi boylayan ve hapiste zatürreden ölen yiğit Apaçi savaşçı. O bir kahraman! Bir başkaldırı şahikası. Zulme karşı direnişin en büyük devrimci isimlerinden. Doktora araştırmalarım sırasında okuduğum ve David Hare ve arkadaşlarının yazdığı Deeds adlı oyununda oyun başkişisi, kapitalizmin çocuğunu zehirli süt tozu ile öldürmesi sonucunda silahı eline alıp devrim yapmaya karar verir, oyunun sonunda ise doğacak oğluna işte bu kızılderilinin adını vereceğini söyler: GERONİMO! DOĞACAK ÇOCUĞUMUN ADINI GERONİMO KOYACAĞIM!
Geronimo işgalci zihniyete dur diyen bir asiydi. Usame bin Ladin’i bir baskınla öldürdükten sonra, çevik Amerikalılar bu başarılarını Washington’a şöyle haber vermişler: Geronimo is dead! GERONIMO ÖLDÜ!
“Geronimo: Bir Amerikan Efsanesi” (Yönetmen: Walter Hill,1993): Bu filmi henüz izlemediyseniz kaçırmayın. Gene Hackman, Robert Duvall, Jason Patric, Matt Damon bir efsanenin ezilmeyi reddediş onurlu savaşımında oynamışlar. Filmin son tümcesi şu:
“Federal hükümet ona verdiği sözü tutmadı ve Geronimo'nun yurduna dönmesine izin vermedi.” Öyle görünüyor ki ABD’nin Geronimo dosyası ise hiç değişmemiş. Usame ile Geronimo aynı kefede, aynı dosyada, onlara göre, çünkü silaha karşı silahla geliyorlardı. Bu EYY zihniyetine aykırı. Kuralı çiğneyen ölmeli.
Bizim sivil itaatsizlik ve demokratik silahımız ise oylarımız, sözcüklerimiz.
Geronimo filmin sonunda, kalan eziklenmiş ama telef olmamış üç beş Apaçi’nin birbirinden nefret etmesi olasılığı üzerine şunları soruyor; Soru ve yanıtı bugün için de geçerli:
Neden bu kadar çok silahları vardı? Neden bu kadar çok atları vardı?
Ezilmiş, imha edilmiş bir halkın dansına Apaçi dansı denmesinin EYY zihniyeti ile ilgisi kesinlikle vardır. Kimi zaman sol eli cebinde marka mankenleri gibi yürümeyi imaj tasarımcılarından öğrenenler de iktidarı ele geçirmiş eziklerdir. Ezme sırası onlardadır. En iyi oyuncuları başı çeker ve oyunculuğun ve tiyatronun özündeki en önemli kurallardan DECORUM’un alasını bilen bir lidere dönüşür. Yerine, içinde bulunduğu gruba göre şekil ve ağız değiştiren bir oyuncudur çünkü siyaset sahnesinde başroldedir. Sistem aynı olduğu sürece, oy atacaklardır trajik yücelik kazanan, hangisine verelim oyu derken, kendilerini her halükârda cürüm işliyormuş gibi hissediyorlarsa.
Geronimolar ölmedi. Paralel evrende bir yerde yaşıyorlar! Şöyle haykırmış Geronimo:
“Aşağılandık, süründük, öldük ama kalbimiz asla teslim olmadı!” Buna da isterseniz züğürt tesellisi deyiniz sevgili okurlarım. Bu kadar ağır yazdıktan sonra bir karikatür iyi gelebilir. Sevgiyle kalın.
Bütün hükümet çalışanları işe dönmeden önce sorumluluk namına ne varsa hepsinden arınmalılar!
Ben bilmem, eşim bilir. Yumuşatılmış dahi olsa bilen beydir. \"Bilmek,\" kolayca kazanmanın yolunu bilmek olmuştur
Tiyatro korkusunun kökleri Yunanca theatron (izleme yeri) ve phobia (korku) sözcüklerinin birleşimine dayanır...
Bilim kurgu uzmanı ve yeni yılın ilk günü çok erken yitirdiğimiz canım arkadaşım...
© Tüm hakları saklıdır.