Ayı Olmayan Ayı, Frank Tashlin tarafından yazılıp resimlendirilmiş ve 1946 yılında Amerika’da yayınlanmış bir çocuk kitabı. Çocuk edebiyatının başyapıtlarından biri olarak kabul edilen daha sonra çizgi filmi de yapılan kitap, düşünsel göndermeleri, günümüz dünyası ve insan yaşamına yönelik eleştirel bakışıyla yetişkinler için de zevkle okunası özellikler taşıyor.
Doğal ortamında yaşayan bir ayı sonbaharın gelmesiyle kış uykusu için mağarasına çekilir. Baharla birlikte uyanıp mağarasından çıktığında ise kendisini dev bir fabrikanın ortasında bulur. O uyurken insanlar onun mağarasının üstüne harıl harıl çalışan dev bir fabrika kurmuşlardır. Ayı daha şaşkınlığını üzerinden atamadan ustabaşına yakalanır. Ustabaşı onu işten kaytarıp aylaklık etmekle suçlar. Ayı kendisinin bir işçi olmadığını, sıradan bir ayı olduğunu söylese de ustabaşını inandıramaz. Ona ve götürüldüğü genel müdüre, genel müdür yardımcısının yardımcısına, genel müdür yardımcısına ve genel müdüre göre de o bir ayı değil, “traş olması gereken, kürk palto giymiş budala adamın tekidir” Eğer işçi değil de bir ayıysa, ya sirkte olmalıdır ya da hayvanat bahçesinde. Ayı kendisinin sıradan bir ayı olduğunu kanıtlayamaz. Götürüldüğü hayvanat bahçesi ve sirkteki ayılar da onun kendilerinden biri olmadığını söylerler. Sonunda sıradan bir ayı olan kahramanımız sıradan bir işçi olarak fabrikada çalışmak zorunda kalır. Öyle ki artık kendisi de bir ayı değil “traş olması gereken budala adamın teki” olduğuna inanmaya başlar.
Aklın kılavuzluğunda, ilerleme ve gelişme düsturuyla hareket eden insan, sanayi devriminin sağladığı kazanımlarla doğaya karşı top yekûn bir savaş başlattı. Doğa, bizim de içinde yaşadığımız, otuyla, böceğiyle, ağacıyla, denizi, ırmağıyla hepimizin yuvası olmaktan çıktı. İnsan kendi dışındaki bütün varlıkları kendisine hizmet için var edilmiş köleler olarak gördü; aklıyla dağları yerle bir etti, denizleri aştı, yollar, köprüler, dev binalar, fabrikalar yaptı. Bütün bunlar olurken doğal hayat üzerindeki tahribat göz ardı edildi. Ağaçlar ağaç olmaktan, kuşlar kuş olmaktan, ayılar ayı olmaktan çıktı. Binlerce canlı türü yok oldu. Denizler kirlendi. Balıkların karınları plastik atıklarla doldu. Suların yolları değişti, dereler akmaz oldu.
Adına modernizm dediğimiz, aklın egemenliğindeki bu engel tanımayan ilerleme ve gelişme tutkusu sadece ayıları ayı olmaktan çıkarmadı, ”katı olan her şeyi buharlaştırdı” ve insanı da insan olmaktan çıkardı. Doğaya ve üstünde yaşayan diğer türlere karşı ilan edilen bu “üstünlük”, sosyo-ekonomik statü, ırk, cinsiyet, inanç ayrımlarıyla beslenip insanın kendine de dönmekte gecikmedi. 20 yüzyıl sadece doğal yaşama değil, insanın kendine de yönelen büyük yıkımlara neden oldu. Savaş, sömürü, soykırım insanlık için büyük acılar getirdi, yüzyılımızda da getirmeye devam ediyor.
Doğaya ve doğal yaşama yönelik yabancılaştırma tek taraflı kalmadı. Kitaptaki gibi sıradan bir ayıyı, eğer bir ayıysan ya sirkte ya da hayvanat bahçesinde bana hizmet edeceksin, değilse fabrikamda işçisin dayatmasıyla onu kendine yabancılaştıran insan, kendi türdeşine de aynısını yaptı. İnsan da kendine, doğasına yabancılaştı, insan olmaktan çıktı. Ortaya çıkan yeni kültür insana da şunu dayattı: Eğer insansan, benim sistemimde sana verdiğim statünün gereği olarak itaat edip çalışacaksın, sisteme bir noktadan hizmet etmek zorundasın: Çalışmalısın, daha çok çalışmalısın, tüketmelisin, daha çok tüketmelisin, aksi halde bir hiçsin.
İnsana ait kimlikler, yeni ortaya çıkan üretim araçları ve üretim ilişkileriyle tanımlanır oldu. Ekonomik sistem içindeki yeriniz, işleviniz, ne kadar ürettiğiniz ve ne hızla tükettiğiniz sizin temel nitelikleriniz haline dönüştü. Sistemin çarkları kendine özgü bürokratik hiyerarşiler üretip, herkese statüler dağıttı. İster genel müdür olun, ister onun yardımcısı ya da yardımcısının yardımcısı, ya da sıradan bir işçi, adınız ve kimliğiniz hep sistem içinde tanımlandı. Bunların dışında kendinizi var edebilmek, insan olduğunuzu kanıtlayabilmek zorlu bir mücadeleyi gerektirir oldu.
Geçen haftaki nefis yazısında Metin Münir dünyamızın içinde bulunduğu bu tehlikeli gidişe, insan nüfusunun artış hızını konu edinerek değinmişti.
“İlk bir milyar insana varmak için 1800 yılını beklemek gerekti. İkinci milyar için 130 yıl beklenildi (1930). Üçüncü milyara bundan 30 sene sonra (1960), dördüncü milyara 15 sene sonra (1974), beşinci milyara ise sadece 13 sene sonra (1987) ulaşıldı.
1970 yılında nüfus bugünkünün yarısı idi. İkiye katlanarak 6.6 milyarı geçti ve geçerken dünyaya öldürücü bir bedel ödetti.
Üç küsur milyar kendine yeni alan açar, karnını ve cebini doldururken yeryüzünde yaşayan yaratıkların - memelilerin, kuşların, balıkların, sürüngenlerin - yüzde 60’ını yok etti.
Bir başka hesaba göre, tarıma geçişten bu yana insan, memeli hayvanların yüzde 83’ünü ve bitkilerin yarısını ortadan kaldırdı.
Bu yıkıma her biri tek başına ayrı bir felaket olan küresel ısınmayı, okyanusların, göllerin ve akarsuların kirletilmesini, ormanların ve yaban hayat habitatlarının yok edilmesini ekleyebilirsiniz.”
İlerleme ve gelişmenin insan hayatına kattığı pratik yararların coşkusu ne yazık ki hala her türlü kaygının önünde gidiyor. Bugün doğal yaşam ve insan için gelinen nokta, gündelik siyasi ve ekonomik tartışmaların kapatmaya çalıştığı dumanlı ortamın çok daha ötesinde gezegenimiz için büyük bir tehlike arz etmektedir.
Ne yazık ki ayıyı ayı olmaktan çıkaran insan, insanı da insan olmaktan çıkardığı için, kendisinin de içinde olduğu dünyanın sonunu getirmekte olduğu gerçeğini görmekten çok uzakta durmaktadır.
Yazıda sözü edilen kitap: Ayı Olmayan Ayı, Frank Tashlin, Redhouse Kidz çocuk kitapları, 2018