19 Nisan 2020

Platform: Şeytani komedya

Kötülüğün yarattığı öfkenin çoğumuzu düşürdüğü handikaptan, bu genç yönetmenin böylesine sakin sıyrılması, her şeyin eşitlendiği bu zamanlarda insan ruhunu sevinçle aşılar. İlle de eşitlik mi? Tamam! Bu dünya, kötülükte eşit olanların dünyasıdır

Neredeyse bütün kanonik eserler yolculuk işler. İlahi Komedya, Don Quijote, Faust, Böyle Buyurdu Zerdüşt… Olanı aşma arzusu, bir arayış başlatmak zorundadır. Kanun koyucu olmalarının nedeni budur zaten. Yaşamı çekip-çeviren makul bir ilke, güçlü bir yasayı harekete geçiren bir tin aranmayacaksa, egemen kanaatin iktidarı yaşamı külfet haline getirmeye devam edecektir. Memnuniyetsizliğin başlattığı yolculuk, yepyeni bir dünyaya kapı aralayarak biter. Cervantes'in torunu, Don Quijote ile aşılanmıştır. Gaztelu-Urrutia, son derece geniş bir ufukla, edebi yürüyüşü sinematografik mücadeleye dönüştürmüştür. Ve sinemanın inşa ettiği yol çok farklı seyreder. Mertebe değiştirmeye odaklı yolculuklarda, arada bir dönüp arkaya bakmak mümkündür, fakat geriye dönüş mümkün değildir. Platform'un yolcusu, geçilen duraklara tekrar tekrar döner, aşılan yerlere gerisin geri gider, fakat büyüleyici bir noktaya varır. Herakleitosçu dikey hareketlilik sürer gider.

Tanrı olarak doğa

Zengin doğa, eksiksiz doğa, estetik doğa… Bütün cömertliğiyle ikramlarda bulunan doğa… Envai çeşit lezzeti tam kıvamında bir hünerle hiçbir kuşku kırıntısına mahal vermeyecek ölçüde hijyenik bir ortamda servis eden doğa... Nağmeler eşliğinde bir şölen… Ortada ne benlikten doğan bir çile ne de kişisel hesaplardan gelen bir hile vardır… Her şeye içtenlikle ve sevinçle el atılır. Hiçbir nimete yasağın konulmadığı, dahası, herkesin kendi ağız tadına yaraşır lezzeti bulduğu bir cennet… Doğa saklamaz, depolamaz, sadece dokunmada ve tatmada ölçülü olmayı şart koşar. Aksi taktirde, ya yakar ya da dondurur. Ölçüsüzlük devayı derde dönüştürür. Sofraya diyecek laf bulunamaz… Sıfır seviye olarak doğa, nimetlerini mutlak eşitlikle ikram eder. Yüce-gönüllü doğa, ne hatır-gönülle iş görür ne de misafirperverlikte sınır tanır. Yalnızca kendi varlığı hesabına, yalnızca kendi yüzü suyu hürmetine yaratmaya hiç ara vermeyen bir Tanrı... Var olduğu için yaratan ya da yaratmakla var olan... Spinoza'nın dinginliğini böylesine güçlü kılan kavrayış... Platon ve Aristoteles'ten sonra metanetini koruyan ilk filozof… Duygusu ve aklı olmayan doğa! Bilgeliği buradan geliyor olmalı; çünkü ne hesapçıdır ne de ayırımcı… Böylece, yolculuğun mantığında güçlü bir tutarlılık yakalanır. Kötülük mutlaksa, hiçbir yolculuk başlamaz. Dünya özü itibariyle kötücül, Tanrı her şeyi berbat eden varlık ilan edilecekse, sonu gelmeyen bir eylemsizlik hüküm sürecektir. Yola koyulan hiçbir dahi kötülüğü özselleştirmez.

Hapishane olarak dünya

Gelgelelim, kötülük yoksa, kimse yola çıkmayı akıl edemez. Mutlak olmayan, ama egemen olan kötülük… Değerlerin varlığının mantıksal imkânı yoksa, değer yaratma olanağı da kalmaz. Ancak böyle bir mantık bir yol serüvenini başlatabilir. İşte böyle! Az ötede, ikrama aç gözlerle bakan, kendi yerini telaşlı gözlerle arayan varlığın diyarı başlar. Ne yazık ki, çok geçmeden, insan dünyasında yer edinmenin, ya başkasının yerinde gözü olmak ya da başkasının yerini bozmak olduğuna tanık oluruz. Bundandır ki, insanlar üçe ayrılır: yukarıdakiler, aşağıdakiler ve düşenler… Artık hiçbir köşe-bucak kötülüğün çirkin yüzünü saklayamaya yetmeyecektir. Haliyle, yolculuk meşakkatli, yolcu kan-ter içindedir. İşte Dante, işte Don Quijote, işte Faust, işte Zerdüşt ve nihayet işte Goreng.

Ortada olan tek şey, bir delik ya da çukursa, asli hareketin düşmek olacağı açıktır. Sartre'in ifadesiyle "insan dünyaya fırlatılmışsa" elbette düşecektir. Anlamamak, şaşırmak, bocalamak, yadırgamak; çünkü var-olmak hazırlıksız yakalanmaktır. Her seviye değişiminde Goreng'in gözleri dört döner. Kırk sekizinci seviyeye hangi halle başlamışsa, altıncı seviyede de aynı şaşkınlıkla uyanır. Bu, bir yandan, dünyaya düşmeye, öte yandan, dünya içinde başkalarıyla ilişkilerdeki deneyim süreksizliğine atıf yapar. İnsan, daha önceki deneyimlerinden değerli bir bakış devşirmeye pek yatkın sayılmaz. Bir üst seviyeye çıkanın ilk işi, alt seviyede kalanın rızık masasında tepinmektir.

Dünya bir hapishanedir. Bu, özgürlüğün yokluğundan çok, sınırlara atıf yapar. Her insani hamle dünyanın duvarlarına çarpar ve durur. İnsan, ancak dünyevi olanakların izin verdiği ölçüde eylemde bulunabilir. Bir şey yapacaksa, bu alanın içinde yapmak zorundadır. Dünya içindeki etkimiz, dünyanın haline bağlıdır. Dünyayı aşan bir taleple ona bir şey katmak, dünyayı aşan bir suçlamayla onun çehresi değiştirmek olanak dışıdır. Sıçramaya kalkan, sadece gülünç düşer. Bundandır ki, filmin sonunda, Goreng'in, çocukla birlikte en üst seviyeye çıkacağına dair söylemi, Trimagasi'yi güldürür.

Kitap ile bıçak

Bu acayip işe girişmesi tam da imkansızın farkında olmamasından kaynaklanır. İmkânsız olana, yalnızca imkansızın bilincinde olmayan el atabilir. Tamam, zafer gelmez, ama dünya kesinlikle başka bir şeye dönüşür. Goreng'i atası Don Quijote'a yaklaştıran da budur. Dünyayla ilgilenir, dünyada eyler, ama dünyada olup-bitenlere odaklanmaz. Don Quijote olanlara takılsaydı, donkişotluk kültü dünyanın çehresine dokunamazdı. Donkişotluk yapmayan bir Goreng, ancak çukurun temel yasasına göre eylerdi; üst seviyede doğanın ikramını çarçur etmek, alt seviyede bol bol başkasının etini yemek... Aynı nedenle, Goreng'in dünyaya bir türlü alışamamasına, her seferinde dünyanın karşısına hayallerini çıkarmasına müstehzi bir gülümsemeyle karşılayan Trimagasi, Sancho Panza'nın ruhunu temsil eder. Belki çukur hakkında her şeyi bilmez, ama çukurun mantığını kavramış olan bu adam, neyin ne olduğunu, işlerin nasıl yürüdüğünü, nerede nasıl tavır takınılacağını iyi bilir. Kavradığı gerçek içinde var olmaya karar vermiş her insan gibi, ayakta kalmak için ele geçirebildiği her aracı harfiyen kullanır.

Bıçağından gayri bir araçla iş yapmaya kalkıştığı anda ayarları bozulur. Goreng'in kitabını alıp okumaya başlar, fakat elinde, yorgun çenesi ile karışık kafasından başka şey kalmaz. Herkes yapabildiğini yapar. Bakmayın öyle vahşi bir kurt gibi durduğuna, yaptıklarını, gönülden değil, gereklilik inancıyla yapar. Olanı görme bağlamında tam anlamıyla bir gerçekçidir ve bu nedenle oyunu kurallarına göre oynamayı seçer. Başka bir seçeneğin olduğuna ikna olamaz, çünkü gücünün, yaşayabileceği kadar yaşamaya ayarlı olduğuna inanır. Onun diğerlerinden farkı, yaptıklarını bilinçli yapmasıdır. İnsanların büyük çoğunluğu, dünyanın akışına kapılır, bazıları ise, dünyaya göre akar. Ne var ki her ölümcül oyunun kuralları, ilkin kurallı oynayanları öldürür. Demek ki, sayısız kez kullandığı bıçağını, kendi ölümü için biliyormuş. Gerçekçilerin yolu sanıldığı kadar uzun değilmiş meğer. Ölür, ama Goreng'in ruhuna işlemiş olan gerçekçiliği, onun aşırılaşmasını frenleyip iş görmeye devam eder. Tıpkı Sancho Panza'nın sürekli Don Quijote'a ayar vermesi gibi. Bu, onu, Joker'in inandırıcılıktan yoksun romantikliğinden korur.

Tarihsel başkaldırı

Dünyanın halini gören, ya ona ayak uydurur ya da müdahale eder. Gerisi düşenlerdendir. Atılım yapacak kişinin hüneri ve enstrümanları olmalı. Aksi halde ciddiyet yitimine uğrar. Evet, imkansıza el atmaya kalkışan, en nihayetinde bir hayalperesttir, ama kesinlikle bir histerik değildir. Bunu Goreng'ın serüveninden de çıkarabiliriz. Bu adam, bütün deliliğine rağmen, uçuk-kaçık bir aktör rolü oynamaz. Harekete geçmek için hazırlık üstüne hazırlık yapar. Her şeyden önce, sigarayı bırakmak, yani sağlığına kavuşmak için buradadır. Sonra, neredeyse her seviyede havasını soluduğu çukurun ruhuna nüfuz etmeye ayarlı bir sabır geliştirir. Ahlakçı tez canlılıkla arasına ciddi bir mesafe koyar. Miharu'dan tehlikeleri atlatmayı, Imoguiri'den bir yandan, yönetimin kırılgan noktalarını, öte yandan, dayanışma tarzının politikasını öğrenir. Sağlam bir ikna kabiliyetiyle, yanına, gözü hep yukarılarda olan Baharat'ın gücünü alır. Ve nihayet, acılara dayanıklıdır. Velhasıl, çılgınca bir işe girişip, çılgınca hareket etmemek…

Bu adamın başkaldırısını, Albert Camus, tarihsel başkaldırı örneği olarak alacaktır. Dünyanın ontolojik haline veya Tanrı'nın düzenine başkaldırmıyor. Bu son derece açık! İster doğa, ister Tanrı diyelim, ortada, her şeyin titizlikle işlediği bir mecranın bulunduğunu, sıfırıncı seviyedeki düzenden anlarız. Gelgelelim bir adım ötede, her şey tepeden tırnağa pisliğe batmış durumdadır. Bu dünyanın halinin ardında insan vardır. İnsanın yarattığı dünyayı onaylamamak, ona "hayır" demek… İşte, tarihsel başkaldırı budur. Daha ileri gitmemek lazım; insan dünyasına başkaldırı, insan doğasına başkaldırı değildir. İnsanın doğası itibariyle kötü olduğu varsayımı, kötülüğü daimileştirip başkaldırının mantığını ihlal eder. Böyle biri, başkaldıran bir karakter olamaz, olsa olsa yıkıcı bir tip olabilir. Goreng'e kimliğini kazandıran, bu sınırı iyi çizmesidir.

Son derece zengin bu kimliği, yalnızca bir simgeye takılarak anlayamayız. Birçok kere Mesih olarak betimlenmesi, İsa figürünün karşımıza çıkarılma isteğine yorulamaz. Tanrı'ya inanıp inanmadığı sorusunu da, Tanrı inancıyla ilgili her anekdotu da kayıtsızlıkla karşılar. Tanrı fikrine hiç oralı değildir. Mesih benzetmesi, kurtarıcı rolü üstlenmesine atıf yapar. Şu ya da bu kesimin değil, şu ya da bu inancın, şu ya da bu ideolojinin insanının değil, insan türünün kurtuluşunu dert edinme madalyası... Kefaret ödemeyi göze alır. İnsanın kurtuluşu uğruna çile çekmeye hazırdır. Hesapsız kitapsız yola çıkar, sona varırken kan kusar.

Ve fakat, bundan fazlasıdır. Onu, Don Quijote gibi gösteren çok sayıda belirti oraya buraya serpiştirilmiştir. Olup-bitenin mantığına ayak uydurmama anlamında dünyevi şeylere bağlılık duymaz, şövalyelik kültünün açıklarını şövalyelik yaparak gösterir gibi bir edayla, çukurun pisliğiyle, oraların metoduyla savaşır. Üstelik zaferi şart koşmaz; mantığı, kötülüğü yenmeye değil, kötülükle savaşmaya ayarlıdır. Üstelik dahası var! Modern bir sosyalist devrimci ayarındadır. Eşitliğe odaklı, ihtiyaca göre bir dağıtım düzeni talep eder. Bu önemli olsa da, asıl devrimciliği, bu talepleri politik göndermeleri olan bir stratejiyle beyan etmesidir. Gelgelelim çok geçmeden strateji değişikliği yapar. Dayanışma çağrısından, örgütlenme çabasından vazgeçip, yolunu herkesten temizler. Kurtuluş yoluna, kurtuluşa gereksinim duyanlarla çıkılmaz. Zaten yolunu, en çok uğruna savaştıkları tıkar. İşte insan! Böylece, amaç değişimini devreye sokar. Her şey nasıl da zor! Açlıktan kitabını yemek… Başkasını ezmeyi nihai kural haline getiren bir dünyanın mantığına itiraz edeni besleyen tek şey temsil ettiği tindir. Oğul Grogen, baba Don Quijote'un adının hizasına kendi adını yazar.

İnsan insanın kurdudur

Yaşama güdüsü temel motivasyon olunca, yemek, arzunun yegâne nesnesine dönüşür. Herkes bir diğerini yem olarak kullanacaktır. Goreng'i zamana yayarak yeme planı, Trimagasi'nin ömrünü uzatma eğilimindendir. Tam anlamıyla kurt; var olmak için kendi gibi olanı yok etmek... İnsan ruhunun en karanlık yerine ancak bu kadar güzel fener tutulabilir. Motivasyon değişirse, insanın insanı kullanma kılavuzu da değişecektir. Hemen öfkelenip küfürler savurmamak lazım! Bu karakter, kitap okumaktan bir şey anlamaz, ama seyircinin karşına dünyanın bilgisi taşıyan bir kitap gibi çıkar. Hiçbir kitap kendini okuyamaz zaten. Onun sayesinde, dünya karşısında konum alan insanı tanıma imkânı yakalarız. Ve şimdi, genel olarak insan dünyasına başkaldırır, belirli bir düzene değil. Belirli bir politikaya karşı değil, dünyanın tarihsel halinin bütünlüğüne karşı bir başkaldırı vardır ortada. Goreng'ı karşımıza alıp konuşmaya gerek yoktur, çünkü bize şunları söyleyeceğinden kimsenin kuşkusu olmasın: ben, kimsenin kardeşi, kimsenin yoldaşı değilim. Birlikte uzun bir yol yürüdüğü Baharat'ı bile tereddüt etmeden arkada bırakır.

Trimagasi dünyayı temaşa eder, olanın teorisini çıkarır. O yüzde, hiçbir şeye yüzünü çevirmez, gözünün ve aklının gördüğünü hemen hafızasına kaydeder. Öyle ki, Goreng'in uğruna savaştığı mesajın sırrını bile o Goreng'e gösterir. Ahlakı ve siyaseti dışarıda bırakıp gelmiştir. Argümanlarını çukura geçirmez, çukurdan argüman çıkarır. Her şeyi olduğu gibi görmesi, ona, kendiyle yüzleşmekten kaçanların karşısına, dilin dönmesini engelleyen bir itirazla çıkma gücü bahşeder. Çukur pislik doluysa, bunun nedeni başkasıdır diyenlerin pisliğini ortaya serer. Bu dünya, bu haliyle, bu politikalarla, bu insan tipiyle asla kurtuluşa ermeyecektir. Kendini veya inandığını aklamaya çalışana, film, mutlaka bir sahneyle karşı çıkar. Bunu, çukurda görüyoruz zaten; hangi seviyenin insanına bakarsanız bakın, diğer seviyedekileri pislikle suçlar.

Bu çırpınış öyle üst düzeydedir ki, beşinci seviyeye çıkmak için yanıp-tutuşan Baharat bile, beşinci seviyenin sakinlerine ettiği küfür ahlaksızlık göndermelidir. Göreli olarak üst seviyelerde ikamet eden bu iman edenler arasında vuku bulan iğrenç diyalog ve ilişki çok şey anlatır. Bu dünyanın insanı, tanrısal olan ile şeytani olan geriliminde, Tanrı'nın sözünü telaffuz edip şeytanın yolunda yürür. Çukurun şeytana göndermede bulunan bir metafor gibi tasarlanması da, Goreng'in Mesih anıştırması da bu nedenledir. İyi ile kötü çatışmasında, iyiye methiye düzüp, kötülük yapmak... Bu hakikatle, Platon'un Devlet'inin her satırında karşılaşmak mümkündür. Öyle bir dünya ki, herkes herkesi alt etmeye ayarlı bir ruhla yaşar. Üst seviyedekiler alt seviyedekileri, üst seviyedekiler birbirlerini, alt seviyedekiler birbirlerini yemekle meşguldür. Aç gözlülüğün ve ihtirasın öznesinin tek yeteneği, başkasının cesedi başında raks etmektir. Trimagasi'nin, kullandıkça kendini bileyen bıçağı… Kötülük, yapıldıkça yayılma eğilimi gösterir; kötülük iştah açar. Ve ölümcül iştahın adı oburluktur. Herkes gırtlağına kadar pisliğe bulaştığından, kimse pisliğin yayıldığı alanı göremez. Hiç kimsenin çukurun kat sayısı hakkında doğru bir bilgiye sahip olmaması, bu hakikatin delilidir. Bunu da, yönetim kurulu adına çalıştığı halde, çukurun bütünlüğünden bihaber Imoguiri bize gösterir. Kendi hesabını kendisi keser; bilmeden kendini kanser eden kötülüğe hizmet ettiği için intihar edip iyilik savaşçısını besler.

İyilik meleği

Böyle garip bir dünyada, bu pislik çukurunda, Miharu, öylesine güzel düşünülmüş, öylesine güzel kullanılmış bir imge-karakterdir ki, insan, onu anlamaya başlayınca heyecandan yutkunamıyor. Bu aykırı kadın, bir yandan, aykırılıkları görünür kılarak, öte yanda uzlaşı mantığına karşı çıkarak, çukurun bilinmez bütünlüğüne dair güçlü bir imada bulunur. Spinoza'yı okumuş gibidir; ancak çukuru bütün olarak gören kişi, iyi kalmayı becerebilir. Gelgelelim, acı çekmektedir. Herkesin beden kesildiği çukurda, ruhen acı çeken tek kişi... Ortama can veren, bu acıdır. Acısı, mücadelesinin zorluğundan gelmez, ortama egemen olan tehditten gelir. Etrafı saran şer öylesine yoğun ve yayılmacıdır ki, alt katta saklanan çocuğa ulaşma ihtimali canını yakar. Yükü fena ağırdır. İşte bu acı, Goreng'in yenik düşmesine engel olur. Çukurda olup-biteni gördükçe şaşırır, ama Miharu'nun acısı, öte bir yakanın olduğu sezgisini tetikler. Kötülük mutlak olarak egemen olsaydı, sinip bir yerlerde saklanan iyilik olmasaydı, ruhen acı çeken birileri olmazdı. Goreng'i ayakta tutan ve arayışa sürükleyen şey, işte bu gizemi yakalamasıdır. Onun da, görür görmez Goreng'e yakınlık beslemesine, acısı vesile olur. Adamın, kendi acısından kederlendiğini hisseder. Demek ki, o da iyiden yanadır. İyiler, randevusuz buluşur.

Göçmen kılığında karşımıza çıkışı, insanın türsel birliğine bağlılıktandır. İnsan insandır! Hepsi bu! Kötülük hepimizi zedeler, iyiliğin hepimizde sevinç yaratma olanağı vardır. Gelgelelim dünyanın dört bir yanında -yani, çukurun her katında- insanlar buna direnirler. Bakın, sadece sizin gibi değildir diye hor gördüğünüz kişi, her birinizin ruhunun en ücra köşesine bile sirayet etmiş kötülük karşısında iyiliği korumanın ağırlığına katlanır. Sizden ya da bizden yana olmak değil, çocuktan yana olmak... Siz ve biz pisliğe batmışken, Miharu, ülkelerimiz arasında mekik dokuyup masumiyeti korumaktadır.

Çukur içinde iyilik kırıntısı taşıyan her şeyi koruma konusunda aşırı hassas bir ruhu olan bu kadın, bir koruyucu olduğunu, daha ilk görünüşünden hissettirir. Seviyeler arasında eşitsizlik var, tamam ama, hiç olmazsa aynı seviyede seviyeyi koruyalım. Koruyucu gücünün kalbi, kötülüğe ayak uydurmayıp onunla savaşmayı kafasına koymuş Goreng ile pislik çukurunda ak-pak kalmış çocuk için atmaktadır. Böylece her şey yerli yerine oturur. Miharu, çocuğu doğurmamıştır. Bunu, Imoguiri'nin, çukura on altı yaşı altı çocukların alınmadığına dair iddiası ile Miharu'nun buraya yalnız gelen bir ruh hastası olduğuna dair söyleminden anlarız. Bu dünyanın huyuna suyuna gitmeyen bir eylem gelecekse, dünyanın gerçekliğine aykırı bir tavırdan gelebilir zaten; ruh hastası, deli ya da hayalperest… Miharu, çocuğun annesi değil, koruyucusudur. Gelin buna, koruyucu annelik diyelim!

İyiliğin gücü

Peki, ya çocuk; nereden geldi buraya? Herkes kendi kişisel dünyasında mutlak bir biçimde yalnızdır, ama kötülük herkesi herkesin hayatının içine taşır. Var olma çabasındayken yalnız, kötülük iş başındayken mahşeri bir kalabalık… Bu öylesine güçlü bir estetik tavırdır ki, insanın eğilip, filmin sonuna, saygı duruşuna geçesi gelir. Bütün bu kirli hengameden sonra geride bir soyluluk kalır. İşte mesaj dedikleri şeyin hikmeti buradadır. Mesajın alanı, sözün -ideanın- alanıdır. Ama herhangi bir sözün değil, hakikatin, iyiliğin sözünün… Çocuğun, yani iyinin sırrı, eylemin başaramadığını başarmasıdır. Olgusal dünyayı, maddenin şartlarını aşabilmesi… Max Scheler, bu nedenle, değerlere ideal var-olanlar dedi. Baksanıza, kötülük her köşe-bucağa sızmışken, o saklanabilmiş; her taraf pislik içindeyken, onun yüzü ak kalmış. Bu güç sayesindedir ki, en üst mertebeye çıkıp orada bekleyecektir. Bir platforma gereksinim duymaz, çünkü zaten hiçbir fiziksel engele takılmaz. Fiziki bariyerler, ancak maddi olana engel teşkil eder. Değil mi ki, Don Quijote edasındaki Goreng'ın bile meziyetleri fiziğin bükülmezliği karşısında pes eder. İdeanın peşini bırakmayan Platon'un inadını bu güç besler. İnsanların hakikate ve değerlere riayet etmemesi, onların tükendiğini ya da anlamlarını yitirdiğini asla göstermez. Değer taşıyan söz, iyilik, insanların bütün yapıp ettiklerinden bağımsız olarak oralarda bir yerde parlamaya devam eder. İşte yine o harikulade son sahne… Goreng, hayretle yüzünü seyrettiği, saygıyla başını okşadığı çocuğu platforma taşıdıktan hemen sonra, delik, güneşin aydınlattığı ışık huzmesine dönüşür ve bütün çukur silinir. Nihayetinde platform erir, geriye ilkin hakikatli sözün mecrası olarak çocuğun yüzünün saydamlığı, sonra yalnızca aydınlık kalır.

Mesajın böylesine metafizik bir hale dönüştürülmesi son derece anlamlıdır. Değerleri taşıyan sözün varlığı, insanların yapıp-etmelerini şart koşmaz. Bilgece söz kendini dayatmaz, köşesine çekilir; seslenmez, duyulmayı bekler. Zira iyiliğin kaynağı, iyiliğin doğum yeri bilinmez. Neyin değer olduğunu bilebiliriz, ama değerlere riayet etmenin sırrına eremeyiz. Kant, buna "aklın factumu" der. Değerlere riayet etmeyi, sadece veri olarak alırız. Kötülük yapmak için bu kadar neden varken, birilerinin bütün bunları elinin tersiyle bir kenara itip, üstelik sayısız badireyi göze alıp iyilik yapması… Bu bir mucizedir, gerçek bir mucize… Vicdanla açıklanamaz, çünkü vicdan, karşıt bir hamleyi de tetikleyebilir. Goreng'in, ancak iki delinin harekete geçmeyi göze alabileceğini söylemesinin gerekçesi budur. Kötülük yapıldıkça yayılır, peki ya, bulaşıcı olmayan iyilik nereden gelir? İyiliğin, iyi ideasının annesi yoktur. İşte, işin bütün sırrı da buradadır; kimsesiz kişi, her koruyucu annelik talibine olur verir. Eksiklik değil, yüce-gönüllülük… Muhtaç olmak değil, mahrum bırakmamak… Anneliği layıkıyla yapmayan, evladından olur. Tıpkı çukurdakiler gibi…

Hayal ile gerçek, duygu ile akıl, Batı ile Doğu, Mesih ile devrimci, Musa ile Firavun, kitap ile bıçak… Mesaj, bunların bir araya gelip bir barış antlaşması imzalaması değil, hepsinin birlikte kazıdığı çukuru kurutacak çocuksu bir tindir. Nietzsche'nin Zerdüşt'ünün yolculuk serüveni… Çukurun sakinleri yük taşıyan develer, Goreng meydan okuyan aslan, kız deve sürüsünden yakasını kurtarmış çocuktur… Bu çukuru derinleştirmek için canla başla çalışan bütün egemen sözlerle arasına mesafe koyan yeni bir tin... Derecesini yükseltmek için çukura gelen Goreng, insanlıktan terfi etmiştir. Böyle hızla mertebe değiştirmesi, bilindik tüm yollardan sapıp, patikalarda yürümeyi seçmesindedir. Başladığı yere geri dönmemekle Don Quijote'tan, düşkünlerle iş yapmamakla sosyalistlikten, sevgi sloganları atmamakla İsa'dan ayrılır. Ve fakat, yapacağını yaptıktan sonra, Trimagasi ile yan yana gelir. Bu adam tarafından dilim dilim kesilecekken, kurtulmasına vesilen olan bıçağa hakkını teslim eder. Daha o gün İsa'nın yolundan ayrılmaya karar verdiğini, geldiği noktadan anlarız. Bir yanağına tokat atandan diğer yanağını koruyan zırhın önemini kavramıştır. Artık, Pascal'ın, "güçten yoksun adalet aciz, adaletten yoksun güç zorbadır" ilkesinin yanına, "erdemden yoksun zenginlik dilenciliğe, zenginlikten yoksun erdem kendini yemeye varır" ilkesini koyabiliriz. Tıpkı Ramses gibi, çocukça başlayıp, yeni ve güçlü bir hanedanlık kurmak… Aksi durumda, iyi niyetli bir pasifist olurdu; geriye çekilip, Nuh'un koltuğuna bir çocuğu oturttuğu bir tufan hayali kurardı.

Kötülük radikalleştirilip en üst seviyeye taşınır, fakat nihilizme geçit verilmez. Bu, fazlasıyla metanetli bir ruhun, hiç acelesi olmayan bir kafanın başarısıdır. Kötülüğün yarattığı öfkenin çoğumuzu düşürdüğü handikaptan, bu genç yönetmenin böylesine sakin sıyrılması, her şeyin eşitlendiği bu zamanlarda insan ruhunu sevinçle aşılar. İlle de eşitlik mi? Tamam! Bu dünya, kötülükte eşit olanların dünyasıdır.

Yazarın Diğer Yazıları

Hayat: Babalar, kızlar ve karanlık tüneller

Cehennemde yaşayan babaların kızları asla cenneti yaşayamazlar. Mehmet, kızına acı çektirdiği için acı çekmiyor, acı çektiği için kızına acı çektiriyor. Onun da en az Hicran ve bizim kadar kurtuluşa ermeye ihtiyacı vardır

Kuru Otlar Üstüne: Postmodernizme göz kırpmak  

İnsanın psişik yapısının "Gerçek" ile simgesel düzeyleri arasındaki gerilimden, daha esnek bir ifadeyle, kültüre direnen yanı ile kültürel yanı arasındaki gerilimden doğan boşlukla karşılaşsaydık, filmin, insanın karanlık tarafını sorun edindiğinden söz edebilirdik. Gördüğümüz şey, varoluş sancısından, kendini gerçekleştirme mücadelesinin yoğunluğundan, amaç eksikliğinin yarattığı nihilist tutumdan çok ortamın bayağılığına yenik düşmüş kişiliklerin sinik halleridir. Belirsizlik derinlik demek değildir

Aşk (Her): Sinemanın gör dediği…

Sevenin, kalbinin bir köşesinde başkasına da küçük bir yer ayırması, sevilene kendi yerinin işgali olarak görünür. Bundandır ki, bütün toplumsal ahlaklar bol kepçe servis ettikleri sevginin kefaretini ötekine nefretle ödetirler. Her ahlak şu ya da bu şekilde sevgi buyurur, fakat hepsi de onay verdikleri insan tipine benzemeyi şart koşar