20 Temmuz 2016

"Geliyorum" diyen darbe

“Bu insanları bu görevlere bu iktidar getirmedi mi?”

“Ben geçen yıl bir kaç ismi önemli yerlere bildirdim, birilerinin hazırlık içinde olduğunu söyledim. Ama, bize kimse inanmadı, hatta vebalı gibi baktılar. Onlardan intikam alıyormuşuz, inancı içine girdiler, bizi dinlemediler, bu yapıya bigane kaldılar.”

Bu sözler Balyoz’dan hapis yatmış, askerlik hayatı Balyoz nedeniyle zorunlu olarak sona erdirilmiş Ahmet Yavuz Paşa’ya ait.

Dün telefonla görüştüğüm Ahmet Paşa’nın önemli tespitleri var:

“Orduda cemaat yapılanması aslında 1980’lere kadar iniyor. Bırakın o yıllara gitmeyi, son yıllarda biz hep uyardık, kitaplar yazıldı, konferanslar verildi, ama bu iktidar bizi dinlemedi. Zaman içinde onlar kurmay ve personel dairelerini ele geçirdi, uyardık, dinletemedik.”

Çok daha önemli bir tespit:

“2003 Yüksek Askeri Şura’dan bu yana, cemaatçi ekipten hiç kimse ordudan ihraç edilmedi. Bir kaç kişi ihraç edildiğinde, siyasi iktidar şerh koydu. Daha önceden atılanlara tazminat ödendi, kaybettikleri geri verildi.”

Herkesin unuttuğu, çok belirleyici bir hatırlatma. 15 Temmuz darbesine gelirken, AKP’nin “icraatı” özetle böyle.

Sadece orduda değil. Şimdi çeşitli kamu kurumlarında binlerce insana görevden el çektiriliyor, Aile ve Sosyal Bakanlığı'ndan Diyanet'e, İçişleri'nden Milli Eğitim'e ve her yere kadar.

Soru hep aynı: “Bu insanları bu görevlere bu iktidar getirmedi mi?”

17-25 Aralık’tan sonra ve darbeyle birlikte “en büyük düşman” ilan ettiği cemaate yıllar yılı hoşgörüyle yaklaşan bir iktidar. Bir zamanlar demedi mi, “Ne istediler de, vermedik” diye.

Bu aslında “olağanüstü bir yönetim fiyaskosu.”

Bütün açıklamalara rağmen, ben yine de, darbenin ve devletteki bu büyük tasfiyenin sadece cemaatçilerle sınırlı olduğunu sanmıyorum.

 

Hazırlık 2012'de başlıyor

 

Darbeciler darbe planını hazırlarken, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül darbelerini inceliyor. Ahmet Yavuz Paşa’ya göre, en çok da, 27 Mayıs’ı. Neden 27 Mayıs’ı?

Aralarında general ve amiral olsa bile, komuta kademesi yok, aşağıdan yukarıya doğru bir darbe, 27 Mayıs gibi.

Bir yandan darbe planı yapıyor, öte yandan yurt çapında örgütleniyor. Gözaltına alınan subay ve generallere bakılırsa, Ardahan’dan Yalova’ya, Isparta’dan Malatya’ya, büyük kentler zaten malum, Mersin’den Trabzon’a, Bingöl’e, Şanlıurfa’ya, Antalya’ya, her yere kadar bir örgütlenme.

Bu kadar yaygın örgütlenme olduğu halde, yine de gizli kalabiliyor.

Ahmet Yavuz Paşa’ya göre:

“Kendilerini iyi gizlemişler, hiç ummadığınız kişiler onlardan yana çıkıyor. Ayrıca, darbe için 2012’den bu yana fiilen hazırlanmışlar.”

Dört yıllık bir hazırlık. Dört yıl! Kimsenin ruhu duymuyor.

Ergenekon ve Balyoz ve Poyrazköy “sahte” çıkıyor, oralarda yargılananlar iktidarı uyarıyor, dinleyen yok. Ayrıca, siyasi iktidar yanı başında yürümekte olan darbe hazırlığının farkında değil.

 

Sicil konusu

 

Devlette bir yaver, bir özel kalem müdürü, bir genel müdür, bir müsteşar atanacağı zaman, en başta o kişinin sicili gözden geçiriliyor.

Bırakın devletin önemli görevlerine atanacak isimleri, sıradan bir memur bile alınacak olsa, ıcığına cıcığına kadar güvenlik soruşturmasından geçiyor.

Hele de, Cumhurbaşkanlığı yaveri, Genelkurmay Başkanı yaveri ya da özel kalemi ya da benzer yüksek makamlarda önemli görevlere atanacak olanların sicili birden fazla gözden geçiriliyor.

Bu şimdi değil, Cumhuriyetin kuruluşundan beri doksan yıllık gelenek. Ve bütün dünyada böyle.

Şimdi nasıl oluyor da, en yüksek makamdaki yaverler, özel kalem müdürleri, hemen yan odadaki kişiler darbecilerle iş tutuyor ve bundan kimsenin haberi yok?

Bu soruya Türkiye’yi yönetenlerin, orduyu yönetenlerin yanıt vermesi gerek. Bu nasıl bir “sicil denetimi”? Bu nasıl bir “ülke yönetimi?”

 

Siyasetin içindeki ordu

 

“Askeri Vesayet”, “Siyaset ve Ordu” diye, yüzlerce kitap, makale, konferans var. Her darbeden sonra, hatta bizzat geçmişte darbe yapanların açıklamaları var, “Türkiye’de bir daha darbe olmaz” türünde.

Örnek çok. Demirel ve Ecevit darbeyi fiilen yaşayan siyasi liderler.

Ordu her zaman siyasetin içinde.

Örneğin, Başbakan Tansu Çiller Güneydoğu ile ilgili “BASK modeli üzerinde çalışıyoruz” dediği anda, “Türk Silahlı Kuvvetleri adına” bildiri yayınlanıyor, “seçilmiş Başbakana” dünyayı dar ediyor.

Örneğin, Başbakan Mesut Yılmaz yine Kürt sorunu ile bağlantılı “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” dediğinde, “Türk Silahlı Kuvvetleri adına” zehir zemberek bildiri yayınlanıyor, “millet iradesiyle iş başına gelmiş Başbakan” fena hırpalanıyor.

AKP sözüm ona bu deneyimlerden ders alıyor. Aldığı ders ortada.

Ergenekon ve Balyoz diyerek, orduyu itibarsız kılmaya çalışıyor. Böylece “askeri vesayeti” kırdığını düşünüyor. Onlar da, sahte çıkıyor.

O sahte operasyonlar evet, herhangi bir siyasal karar karşısında, eskiden olduğu ve örneklerde görüldüğününü tersine, ordudan ses çıkmasını önlüyor ama, ordu içinde yine de birilerinin “darbeye inancını” yok edemiyor.

Mesele o inancı yok edecek maddi ve manevi o siyasal ortamı oluşturmak. Toplumu kutuplaştırmak ve ötekileştirmek yerine uzlaşma kültürünü yaygınlaştırmak. “Ben ne dersem, o olur” inadına son vermek. Kendine muhalif duranların da, ne dediğine kulak vermek. Belki onlar da, ara sıra doğru şeyler söylüyor olabilir, diye düşünmek. Ekonomik refahla birlikte.

Oysa, 15 Temmuz’dan sonra bakıyoruz, dört gündür hala kutuplaştırma teorileri ortada dolaşıyor.

 

Örneğin, Saddam'ın Irak'ı

 

15 Temmuz’da hepimiz direkten dönüyoruz.

Adamların Meclis’i bombalamasından belli, eğer kazayla başarıya ulaşmış olsa, Türkiye’nin ya Saddam’ın Irak’ı ya Hafız Esad’ın Suriye’si ya da Hüsnü Mübarek’in Mısır’ı gibi geri bir polis devleti olması işten değil.

Madem ondan kurtuluyoruz, o zaman 15 Temmuz öncesine göre, daha fazla demokrasi ve özgürlüklere doğru adım atmak gerek.

Söylemler o umudu vermiyor. Yine ders alınmıyor. Oysa, Binali Yıldırım hem “hukuk devletinden” söz ediyor, hem “bir musibet bin nasihattan iyidir” diyor ama, toplumda “bir korku” yayılıyor. Bir güvensizlik. “Acabalarla” dolu kaygılar.

 

İftira ve jurnaller

 

Binali Yıldırım dört gündür biribirinden farklı olmayan, “hamasi nutuklar” atmakla, şiirler okumakla meşgul. Anladık, “halkımız darbeye karşı çıktı, muhalefet darbenin karşısında yer aldı, 15 Temmuz demokrasi bayramı oldu” anladık, şimdi “hukuk içinde” kimseyi incitmeden, aşırılıkları önlemek zamanı.

Özellikle de, Diyanet İşleri'ni dizginlese. En ılımlı olması gereken kurum, bir kaç gündür almış başını gidiyor. Ne demek, “öldürülen darbecilere din hizmeti verilmeyecek” de, neyin nesi? Dinde böyle bir kural var mı? Savaşta bile, “düşmanlar” birbirinin cesedini gömüyor. “Hukuk içinde kalmak” bu mu?

Bir de, kendi medyasına göz kulak olsa. Rezil iftiralar, kendi meslektaşlarını jurnallemeler zaten vardı da, şimdi iyice çivisi çıkıyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Colani-Türkiye: “Maslahata destek!”

Colani, bir röportajında “Türkiye ve Suriye’nin arasında geçmişten gelen tarihi ve coğrafi bir bağlılık var. Bunu çok iyi idrak ettik. İki halkın maslahatına destek vermek istiyoruz” diyor. Burada kullandığı “maslahat” sözcüğü İslami bir kavram. Türkiye ile kurmak istediği ilişki diplomatik olmaktan çok İslami temelli bir ilişki mi?

Zafer çığlıkları gölgesinde parçalanma: Nüfus bilgileri sıfırlandı

İsrail Suriye halkının nüfus, pasaport ve istihbarat kayıtlarının yer aldığı binaları bombalıyor, o kayıtları yok ediyor. Böylelikle kim kimdir, nerede yaşıyor, aidiyeti ne, bunları sıfırlıyor. Bombalayacak başka yer mi yok?

İngiliz + Amerikan planı: Suriye şimdilik Colani’ye emanet

Erdoğan onca kavgadan sonra, nasıl ki Mısır lideri Sisi ile anlaştı, Yunanistan ile anlaştı, AB ile anlaşmaya çalışıyor, diktatör Esad ile de anlaşmak için yollara düştü. Bütün olanların toplamında: İsrail ile yeniden el sıkışırsa... Artık yeni bir “İleri Üçlü” görmeye hazırlanın!.. Türkiye - Amerika - İsrail.

"
"