“Hürriyet, müsavat, adalet, uhuvvet” nidalarıyla çınlıyor İstanbul semaları.
Yani, ‘özgürlük, eşitlik, adalet, kardeşlik’.
O nidalar önce “Gülhane Parkı’nda, Mektebi Tıbbiye-i Askeriye’nin”, yani “Askeri Tıbbiye’nin” teneffüs saatlerinde duyuluyor.
Mayıs 1907’de, “II. Abdülhamit’in zorba rejimini devirmek üzere” önce askeri tıp öğrencileri ayaklanıyor, “doktorlar”.
Abdülhamit’in istibdat rejimine direnmek, özgürlüğe kavuşmak, zorba rejimi devirip, yerine Meşrutiyeti ilan etmek düşüncesi “Askeri Tıbbiye’de” 1889’da uç veriyor.
Meşrutiyeti yeniden ilan edecek olan “İttihad-ı Osmani Cemiyeti” 1889’da Askeri Tıbbiye’de kuruluyor.
14 Mart 1827
1826 yılında padişah II. Mahmut Yeniçeri Ocağı’nı kaldırıyor. Yerine “Asakir-i Mansure-i Muhammediye”, ‘Muhammed’in Muzaffer Askerleri’ adıyla modern bir ordu kuruyor.
O ordunun hekim ihtiyaçlarını karşılamak üzere 14 Mart 1827 tarihinde “Tıbhane-i Amire” kuruluyor, bir anlamda tıp fakültesi, doktor yetiştirecek okul.
Ardından cerrah yetiştirmek amacıyla “Cerrahhane” adıyla bir okul daha açılıyor, iki okul 1836 yılında “Mekteb-i Tıbbiye” adı altında birleştiriliyor. Artık daha gelişmiş bir tıp fakültesi.
Bugün 14 Mart, doktorların bayramı, Tıp Bayramı. Tarihsel kaynağı, iki yüz yıl öncesine, 1827’ye dayanıyor.
Mekteb-i Tıbbiye
14 Mart öyle ya Mekteb-i Tıbbiye nasıl bir okul?..
Kuruluşundan itibaren, günümüze kadar o okuldan, tıp fakültelerinden yetişen doktorlar, istisnalar olabilir ancak, büyük çoğunlukla:
“Devrimlere açık, özgürlüklerden yana, zorba rejimlere karşı, ülkenin bağımsızlığından yana tavır alan aydın insanlar”.
Hani, şu ünlü deyimle:
“Fıtratlarında var... Özgürlük, adalet ve bağımsızlık fıtratlarında var”.
O mücadele sırasında bazı askeri tıbbiye öğrencilerinin tutuklanmalarına ve Fizan’a sürgüne gönderilmelerine aldırış etmeden, II. Meşrutiyet’in ilanından hemen önce “Askeri Tıbbiye Mektebi Cemiyeti” II. Abdülhamit’e mektup gönderiyor:
“Cemiyetimizin size bulduğu çare şu tahtı saltanattan feragat etmenizdir. Bırakınız bu tahtı bibahtı, bırakınız”.
‘Tahtı bibaht... Talihsiz, kadersiz taht” anlamında.
Bandırma Vapuru
Yine bir 14 Mart...
Bu kez 14 Mart 1919... Kurtuluş Savaşı’na doğru yol alırken...
“Tıphane-i Amire’nin” 92. kuruluşunu kutlamak üzere toplanan tıp öğrencileri, İstanbul’da İngiliz işgaline karşı okullarına Türk Bayrağı asıyor, “işgal kabul edilemez” bildirileri yayınlıyor.
Kurtuluş Savaşı sırasında cephelerde ve geride görev üstleniyorlar.
16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan Samsun’a hareket eden Mustafa Kemal’in bulunduğu “Bandırma Vapurunda” üç doktor var:
“Dr. Refik Saydam, Dr. İbrahim Tali Öngören ve Dr. Yüzbaşı Behçet Bey”.
Sağlık çalışanları
Arkalarında böyle bir tarih var.
Günümüze gelince...
Salgın boyunca en özverili çalışanların başında gelen doktorlar ve tüm sağlık çalışanları:
“-Hem fiziki saldırılarla karşı karşıya kalıyor, öyle saldırgan bir güruh var her yerde...
-Hem de düşük ücret alıyorlar”.
Yılda 720 milyon muayene ile 14 milyon yatan hastaya bakıyorlar, 5 milyon ameliyat, 1.3 milyon doğum gerçekleştiriyorlar.
Yine de, yaranamıyorlar.
Fahrettin Koca
Ve 14 Mart’ta, yani bugün, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca...
Genellikle ofsayda düşüyor. Kendi meslektaşlarına dönük tepeden gelen eleştiriler karşısında, lafı nasıl evirip çevireceğini bilemiyor.
Sağlık çalışanlarının durumunun iyileştirileceğine ilişkin tam bir buçuk yıldır, her fırsatta söz veriyor, sözünü tutmuyor ya da tutamıyor.
Bazen ne söyleyeceğini bilemiyor, yapılacak zam oranında olduğu gibi, hatta bazen milyonlarca insanın gözü önünde güç durumlara düşüyor.
Bazen söyledikleri, örneğin “şehir hastanelerine sağlanan garanti yoktur” gibi sözleri, muhalefetin karşı iddialarına yol açıyor.
Bugün doktorların bayramı, aynı zamanda Fahrettin Koca’nın da, bayramı.
Artık ona nasıl bayramsa!..
Mesele Fahrettin Koca değil, on binlerce sağlık çalışanı ve doktorlar...