Yüzden fazla general ve amiral, kılıç kuşanmış, tören kıyafetleriyle. Yüksek yargı organlarının başkanları, bakanlıkların müsteşarları, yüksek bürokratlar ve on beş, yirmi gazeteci.
Burası Türkiye Büyük Millet Meclisi tören salonu.
13 Eylül 1980, 12 Eylül askeri darbesinden bir gün sonra.
Darbenin öncülüğünü yapan komuta kademesi, o günkü adıyla “Milli Güvenlik Konseyi” (MGK) üyesi beş “paşa”, Genelkurmay Başkanı ile kara, hava, deniz kuvvet komutanları ve jandarma kuvvet komutanı paşaların yemin töreni.
Konsey üyeleri tek tek yemin ediyor, yemin töreni ardından, “gazeteciler hariç”, orada hazır bulunan sözünü ettiğim siviller sıraya sokuluyor, tek tek “darbecilerin” elini sıkmak zorunda bırakılıyor.
Kader senfonisi
Tören salonunun üst katında Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası yer alıyor, orkestra törende Beethoven’in “Kader Senfonisini”, Eroica’yı çalıyor. “Eroica”, kahraman anlamında.
Orkestrayı Gürer Aykal yönetiyor.
Töreni izleyen gazeteciler arasında ben de varım.
Gazetecilik görevi, çaresiz, oradan yazı yazmak gerek, izlenim gibi.
Asker darbe yapmış, törenle yemin ediyor, darbeye şiddetle karşısınız, ne yazacaksınız?
Çalınan parça Eroica.
Tamam, buluyorum ne yazacağımı.
Eroica’yı Beethoven o sırada zorlu bir savaş veren Napolyon’a ithaf ediyor. Napolyon’u saltanat karşıtı, özgürlük yanlısı bir asker olarak gördüğü için.
Ne var ki, Napolyon imparatorluğunu ilan edince, Beethoven büyük hayal kırıklığı ile senfoninin “ithaf sayfasını yırtıyor”, Napolyon’a ithaftan vazgeçiyor.
MGK’dan ilk telefon
“Tören izlenimi” olarak Eroica’nın öyküsünü yazıyorum, “Napolyon imparatorluğunu ilan edince, Beethoven ithaftan vazgeçti”, diye.
Yazı ertesi gün Cumhuriyet’te yayınlanıyor.
Askeri darbenin dumanı tüterken, ben Milli Güvenlik Konseyi’den ilk telefonu alıyorum. Telefonda 1997’de Deniz Kuvvetleri Komutanı olacak olan, o sırada kurmay albay, MGK Halka İlişkiler Ve Basın Bölümü Başkanı Salim Dervişoğlu, nezaketi elden bırakmayan, sert bir ses tonuyla:
“Siz ne demek istiyorsunuz?.. Nasıl bir yazı bu?.. Daha dikkatli olmanızı öneririm”.
Telefonu kapatırken, odaya Gürer Aykal giriyor:
“Senin yazına askerler çok kızmış. Beni çağırdılar, şimdi MGK’dan geliyorum, bundan sonra Eroica’nın çalınmasını yasakladılar”.
Ve böylelikle “yasaklar” dönemi gülünç bir yasakla hayatımıza, özellikle de basın dünyasına adım atıyor.
Hatta genel seçimler yapılmasına, 1983 seçimlerinde Özal’ın iktidara gelmesine rağmen, sıkıyönetim devam ediyor. Dönemin temel özelliklerinden olan gazete kapatmalar ve sansürün devamıyla birlikte.
Nadir bey hiç sitemde bulunmadı
En çok kapatılan ve en uzun kapatılan gazete Cumhuriyet. Çünkü, darbeye karşı çok net bir tavır alıyor gazete ve çalışanlar, başta Nadir Nadi olmak üzere.
Yazdığımız yazı (haber ya da yorum) nedeniyle gazete kapatılıyor, Nadir Bey tek bir gün bize dönüp, “neden yazdın o yazıyı” demiyor. Ya da yazı işleri müdürlerine “bu yazıyı nasıl yayınlarsınız” diye sitemde bulunmuyor.
Hatta, bir keresinde, gazete onun yazdığı başmakale nedeniyle kapatılıyor. Kendisi hakkında dava açılıyor, seksenine yaklaşmış koca çınar üç ay hapse mahkum oluyor. Ancak, hapse girmiyor.
Askerler Nadir Nadi’yi hapse atmayı göze alamıyor. Mahkumiyet kararı kağıt üstünde kalıyor.
İki askeri cezaevi
12 Eylül askeri darbesini ben Ankara Cumhuriyet’te bire bir yaşıyorum, ilk bir kaç ayı ekonomi muhabiri, sonrasında Ankara Temsilcisi olarak.
Binlerce insan hakları ihlali, işkenceler, yargısız infazlar, idamlar, cinayetler, devlette işten atmalar, hapishanelerde korkunç sahneler birbirini izliyor.
Bana kalırsa, PKK’nın gelişmesinde en büyük pay sahibi olan yerlerden biri, o dönemin Diyarbakır Askeri Cezaevi.
Orada tutuklu olan Kürtlere akla gelebilecek, gelmeyecek her türlü işkence reva görülüyor. Onların bir bölümü de, kurtuluşu dağa çıkmakta buluyor.
Diğer cezaevi, daha doğrusu işkence evi Ankara Mamak Askeri Cezaevi.
İnsanlık dışı her uygulama var bu iki hapisanede.
Faşizmin elle tutulur iki hali.
Türkiye, yeniden
Her yönüyle askeri darbenin bütününe bakarsak,
12 Eylül ile birlikte Türkiye’de bugünlere kadar uzanan siyasal rejim yeniden kuruluyor.
Demokrasinin temelini oluşturan siyasal partiler kapatılıyor, liderlere ve pek çok siyasetçiye on yıl süreyle siyasal yasak geliyor. Dernekler, sendikal haklar askıya alınıyor.
Ve daha önemlisi, “laiklik” zırhı arkasında, okullarda din dersleri anayasa ile zorunlu hale getiriliyor, en çok imam hatip lisesi o dönemde açılıyor. Bugünlere öyle geliyoruz. “Atatürkçülük” maskesi altında.
1982 Anayasası temel hak ve özgürlükleri ciddi biçimde kısıtlayan, sivil örgütlenmeyi güçleştiren bir nitelikle demokrasiye çok ağır yaralar veriyor.
Askeri darbeler
Türkiye askeri darbelerden çok çekmiş bir ülke, tıpkı Güney Amerika ülkeleri gibi.
Çağımızda dünyanın pek çok yerinde askeri darbeler artık yavaş yavaş unutulmaya yüz tutuyor. Askeri darbeyle gelen o kaba faşizm sanki geride kalıyor.
Askeri darbeler, adı üstünde demokrasiyi öldürüyor, ancak günümüzde demokrasiler askeri darbe ile değil, seçimle ölmeye başlıyor. İronik bir biçimde, demokrasileri demokrasiler öldürüyor.
Bugün dünyada pek çok örneği var. Üzerine kitaplar yazılıyor.
Bugün 12 Eylül 2018, 12 Eylül faşizmi üzerinden otuz sekiz yıl geçiyor. O dönemde hayatlarını kaybedenlere, yakınlarına, maddi ve manevi kayıplara uğramış olan on binlerce insana saygıyla...
Faşizme nefretle...