25 Mayıs 2019

Cannes 2019: Düzenle hesaplaşmalar ve kişisel meseleler

Festivalin Sanat Yönetmeni Thierry Fremaux’nun işi hiç kolay değil

72. Cannes Festivali’nde ödüller bu akşam (Cumartesi) açıklanıyor. Her zaman olduğu gibi, ‘Uluslararası Yarışma’ ve ‘Belli Bir Bakış’ bölümlerinden oluşan Resmi Program’ın yanı sıra, ‘Yönetmenlerin Onbeş Günü’, ‘Eleştirmenler Haftası’ gibi yan bölümler içeren ve her bölümlerdeki filmlerin farklı jüriler tarafından değerlendirildiği kapsamlı bir program var karşımızda. Elbette, tümüne yetişmek olanaksız. Kendi payıma, yalnızca Resmi Programdaki filmlerle yetindim. 21 film içeren Uluslararası Yarışma filmlerinin tümünü, 18 film içeren ‘Belli Bir Bakış’ bölümündeki filmlerin de yarısından fazlasını izleyebildim.

Festivalin Sanat Yönetmeni Thierry Fremaux’nun işi hiç kolay değil. Yıl içinde, seçici kurulu ile birlikte 1845 uzun metraj, 4240 kısa film izlemişler. Sunulan filmlerin %26’sı kadın yönetmenlerin imzasını taşıyormuş. Her zaman son kararı veren Fremaux, Uluslararası Yarışmaya 4, Belli Bir Bakış’a 8, Özel seanslara 3 kadın yönetmenin filmini almış. Yeterli olmasa da, geçmiş yıllara göre bir ilerleme var. 39 ülkeden filmler başvurmuş festivale. Nitekim, özellikle ‘Belli Bir Bakış’ bölümünde bu çeşitlilik kendini gösteriyor. Ana yarışmaya ise 8 filmle Fransa damgasını vurmuş. Onu, Amerikan yapımları izliyor her zaman olduğu gibi. ‘Belli Bir Bakış’ta da Fransız filmlerinin ardından üçer filmle Amerikan ve Rus sinemaları geliyor.

Bu yıl, iki bölümde de Amerikan sinemasının yeterli bir varlık gösteremediğini düşünüyorum. Açılışta izlediğimiz Jim Jarmusch’un “The Dead don’t Die” (Ölüler Ölmez) adlı filminin ardından, Quentin Tarantino’nun “Once Upon a Time...In Hollywood” (Bir Zamanlar Hollywood’da) da beklentileri karşılamadı. Leonardo di Caprio, Brad Pitt, Al Pacino gibi büyük ‘star’ların varlığına rağmen, birkaç sahnesi dışında ilginç bir yönü olmayan, Hollywood’un görkemli dönemi 60’ları bir ‘star’la dublörünün hikâyesi çerçevesinde anlatan bu komedinin Jüriden eli boş dönmesi gerekir kanısındayım.

Yarışmanın tek iyi Amerikan yapımı ise bağımsız sinemanın önde gelen yönetmenlerinden, daha önce “Hayat Ağacı” filmiyle Altın Palmiye alan Terence Malick’in “A Hidden Life” (Saklı Bir Yaşam)ı idi. Kötülüğe (Savaşa ve Nazi zulmüne) karşı inancına sarılan, boyun eğmeyi reddeden bir çiftçi ile karısının etkileyici hikâyesini, çarpıcı bir görsellikle anlatıyor, Malick. 

Fransız sineması ise formundaydı bu yıl. Yarışmanın neredeyse üçte biri Fransız yapımları ve ortak yapımlarından oluşuyordu. Aralarında üç kadın yönetmenin filmlerinin de olması önemliydi. Özellikle, aşk ve yaratıcılık temalarını buluşturan iki film, Celine Sciamma’nın “Portrait de la Jeune Femme en Feu” (Tutuşan bir Genç Kadının Portresi) ve Justine Triet’nin “Sibyl” adlı filmleri kadın duyarlığının güzel örnekleriydi. İki filmin oyuncuları da çok iyidi. “Sibyl” rolünde Virginie Efira’nın bu dalda en şanslı isim olduğunu düşünüyorum. Ama, o kadar fazla sayıda başarılı genç kadın oyuncu var ki, tahminde bulunmak çok zor.

Afrika kökenli iki Fransız yönetmen, seçkide olmayı hak eden yapımlara imza atmıştı. Kadın yönetmen Mati Diop’un gerçekçilikle fanteziyi, daha doğrusu metafiziği yan yana getiren ilk filmi “Atlantique” ve Ladj Ly’nin Paris banliyölerinin kızgın gençlerini anlattığı “Les Miserables”dan (Sefiller) söz ediyorum. Amerikalı yönetmen Ira Sachs’ın yönettiği, sabelle Huppert’in ölümün eşiğindeki bir kadın sanatçıyı her zamanki ustalığı ile canlandırdığı “Frankie” ve Arnaud Desplechin’in iyi yapılmış, iyi oynanmış, Paris’in en yoksul semtlerinden biri olan Roubaix’yi gündeme taşıyan polisiyesi “Roubaix, Une Lumiere” (Bir Işık) seçkideki Fransız sinemasının panoramasını tamamlıyordu. 

Belçika sinemasının ustaları Jean-Pierre ve Luc Dardenne kardeşlerin “Jeune Ahmed” (Genç Ahmed) adlı filmi, Batı toplumunda doğup büyüyen Müslüman çocukların radikal gruplara katılma nedenlerini soruşturuyordu. Önceki filmlerindeki yoğunluktan, vuruculuktan yoksun olmasına karşınsaygın bir çalışmaydı.

Britanya sinemasının en önemli Marxist yönetmeni Ken Loach, toplumcu gerçekçi çizgisini sürdürüyordu. Bu kez, işçi sınıfından değildi kahramanları, orta sınıfa mensup, kendi işinde çalışan insanların bir ev sahibi olabilmek için verdikleri mücadeleyi ve çıkışsızlığı anlatıyordu. Bu tür filmler, her jürinin beğeneceği filmler değildir. Bu yüzden, merakla bekliyorum, Inarritu’nun başkanlığındaki jürinin kararlarını. 

Benim severek izlediğim ama bazılarının fazla klasik bir anlatım diyerek küçümsediği, İtalyan sinemasının ustalarından Marco Bellocchio’nun ”Il Traditore” (Hain) filmi, İtalyan toplumunn en can alıcı sorunu olan Mafia’nın ‘derin devlet’le (Cosa Nostra) ile ilişkisini, ünlü savcı Giovanni Falcone’nin ikna ettiği mafya liderlerinden Tomasso Buscetti’nin itirafları ile gelişen olayları ve savcının ölümünü konu alan, son derece önemli bir film. Mahkeme sahnelerini bir İtalyan operası biçiminde yorumlaması ise dikkate değer. Filmin, Pierfrancesco Favino’ya En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandırmasını bekliyorum.

Festivalde Jüri Ödülü için benim adayım, Elia Suleiman’ın “It Must Be Heaven” (Cennet Olmalı) adlı absürd komedisi. Ülkesinden uzaklaşıp, Batıda yaşamayı seçen bir yönetmenin filmini keyifle izledim ama dağınık buldum. Skeçler biçiminde gelişen öykülerden bazıları gereksizmiş gibi geldi bana. Jüri Büyük Ödülü için de adayım, gene bir komedi. Güney Koreli usta yönetmen (“Okja”dan anımsayanlar olacaktır) Bong Joon Ho’nun “Parazit” adlı filmi, Seul’un arka mahallelerinde sefalet içinde yaşayan bir ailenin şansının yaver gidip, zengin bir aileye kapılanmasını anlatıyor. Komedi olarak gelişen hikâye, sona yaklaştıkça bir dehşet filmine dönüşüyor.

Altın Palmiye’nin ise Pedro Almodovar’ın “Acı ve Zafer” adlı, bir film yönetmeninin kariyerinde ve aşk hayatında çektiği acıları konu alıyor. Almodovar’ın en otobiyografik yapıtı olarak tanımlayabileceğimiz film, Almodovar sinemasının tüm inceliklerini ve cazibesini taşıyor. Neredeyse tüm eleştirmenlerin üzerinde anlaştığı bu nokta Jüri tarafından da onaylanacak mı, akşam göreceğiz... 

Yazarın Diğer Yazıları

Oscar 2020: Sınır tanımayan yaratıcılık

'Joker'in, tıpkı 'Parazit' gibi sistem karşıtı bir mesajı olduğu açık ama bu mesajı gölgeleyen unsurlar da yok değil. Toplumdaki eşitsizliği, ayrımcılığı sergilerken bireysel motifler öne çıkıyor. Joker'in gülme hastalığından muzdarip olması sınıfsal konumunun önüne geçiyor

Antalya'da trajik final

Anlaşılan o ki, 56. Festivalde yarışan filmlerden çok jüri tartışılacak

26. Adana Uluslararası Altın Koza Film Festivali: “Nuh Tepesi”nden ülkeye bakış

Uluslararası Kısa Film Yarışması, bizden bir yönetmenin zaferi ile sonuçlandı; “Ayakkabı” adlı filmi ile ödülü kazanan Nehir Tuna, konuşmasında Kültür Bakanlığı’ndan destek alamadığını vurguladı