27 Nisan 2013

Memleketimdem milliyetçilik manzaraları - 2

Bu soruya yanıt verebilmek önce ırkçılığın tanımı üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Türkiye’de genel kanının aksine ırkçılık, kafatasçılık değildir

Ulusalcılık Irkçılık Mıdır?

Bu soruya yanıt verebilmek önce ırkçılığın tanımı üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Türkiye’de genel kanının aksine ırkçılık, kafatasçılık değildir. Daha doğrusu “sadece” kafatasçılık değildir. 2013’te değil de 1913’te yaşıyor olsaydık, ırkçılığı kafatası ölçümlerine, kan bağına indirgeyebilirdik. Ama Nazizm-faşizm karabasanlarının, ABD’deki sivil haklar hareketinin biyolojik ırkçılığı marjinalleştirdiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu nedenle bugün ırkçılık, ırka dayalı ayrımcılık denildiği zaman bundan kültürel ırkçılığın kastedildiğini anlamamız gerekiyor. Nitekim Türkiye’nin 2002 yılında kabul ettiği 1972 tarihli Birleşmiş Milletler “Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına Ilişkin Uluslararası Sözleşme”si de ırk ayrımcılığı terimini “siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel veya toplumsal yaşamın herhangi bir alanında, insan hakları ve temel özgürlüklerin tanınmasını, uygulanmasını, bu hak ve özgürlüklerden yararlanılmasını ortadan kaldırmak veya zayıflatmak amacına ve etkisine yönelik, ırk, renk, soy ya da ulusal veya etnik kökene dayalı her tür ayrım, dışlama, kısıtlama ya da tercih anlamındadır”. Tanım uzun; dil, hukuk dili. Basitleştirelim. Irk ayrımcılığı neleri kapsar? Irk/renk/soyun yanı sıra “ulusal ve etnik kökeni” (ki buradan ırkla etnisitenin aynı şey olmadığını da anlıyoruz ama bu başka bir yazının konusu). Ne zaman ırk ayrımcılığından söz edebiliriz? Sadece ırk/renk/soya değil, ulusal ve etnik kökene göre de insan hakları ve temel özgürlükler ayaklar altına alındığı zaman.

Şimdi sorumuza geri dönelim. Ulusalcılık ırkçılık mıdır? Öncelikle ulusalcılığın homojen bir kategori olmadığının, türlü türlü ulusalcı olduğunun altını çizelim. Bu ulusalcılardan bazıları için uzun uzun ırkçılığı tanımlamaya, uluslararası sözleşmelere referans vermeye gerek yok. Mesela Türk Solu dergisi. 2005 tarihli Gökçe Fırat imzalı “Türk oğlu, Türk kızı, Türklüğünü koru!” başlıklı yazıdan bazı bölümleri yorumsuz aktaralım. “1. Her Türk, alışverişini mutlaka Türkten yapmalıdır. Kürde aktarılan para PKK’ya maddi destek demektir … 2. Her Türk, Türkçe konuşmalıdır. TV’lerdeki Kürt dizilerinin, Kürt müziğinin … ortasına düşen Türk ister istemez lisanını yitirmektedir. Buna direnmek için: Türk, Kürt dizisi izlemez. Kürtçe müzik dinlemez … Kürtçe kaset satan dükkandan alışveriş yapmaz … 4. Türkler, yemeklerine sahip çıkmalıdır. Türk’ün damak tadı, Kürt yemekleri ile yer değiştirmektedir. Türk’ü kebaba, lahmacuna mahkum eden anlayışla mücadele edilmelidir … 5. Her şeyden önce Türk üremelidir. Artan her bir Türk bebesi, bizi Ergenekon’dan çıkartacak bir kurtarıcıdır.” Daha fazlası için parmaklarım klavyeye gitmiyor! Geçelim.

Ya daha sofistike ulusalcılar? Örneğin “bana Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eş değerde gördüremezsiniz” sözleri yüzünden ırkçılıkla suçlanmasına çok içerleyen Birgül Ayman Güler? Eğer ırkçılıktan kafatasçılığını anlıyorsak içerlemekte haklı. Sarfedildikleri bağlam ve Güler’in diğer yazıları göz önüne alındığında bu sözlerin kan vurgusu taşımadığı açık. Kültürel ırkçılık? Burada işler karışıyor. Güler, daha sonraki açıklamalarında kültürel farklılıkların ulus-devlet çatısı altında yaşatılması gerektiğini vurguluyor. Peki bu çatıya egemen olan kültür ne? Farklı etnik gruplar hangi dili konuşmak zorunda? Ya da Türkleri ulus, Kürtleri milliyet yapan ne? Güler’in kendi ulus tanımında ön plana çıkardığı dil aradaki farki açıklamıyor – Kürtlerin de kendi dili olduğuna göre. Biraz deşersek sayın milletvekilinin resmi twitter sayfasından 16 Nisan’da attığı bir mesajda ulus-milliyet arasındaki ilişkiyi “bütün-parça” ilişkisi olarak açıkladığını görüyoruz. Bu durumda sorulara devam etmek farz oluyor. Türklüğü bütün, Kürtlüğü parça kılan ne? Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit değildir sözleri her tür niyet okumasından bağımsız bir hiyerarşi kurmuyor mu? Bu ikisi arasında bir alt-üst ilişkisi yoksa, neden örneğin devletin resmi dili Türkçe?

Ve uygulama. Ne diyordu Türkiye’nin de altına imza attığı BM Sözleşmesi? “…Toplumsal yaşamın herhangi bir alanında, insan hakları ve temel özgürlüklerin tanınmasını, uygulanmasını, bu hak ve özgürlüklerden yararlanılmasını ortadan kaldırmak … amacına ve etkisine yönelik … her tür ayrım, dışlama, kısıtlama ya da tercih”. Kürtlerin, milliyet oldukları için, “parça” oldukları için anadillerinde eğitim görememesi, mahkemelerde kendi dillerinde savunma yapamaması onların temel hak ve özgürlüklerini kısıtlamıyor mu? Tanınmaya yönelik her talebe ulusal devleti böler gözüyle bakmak insan haklarını dışlayan bir tercih değil mi?

Toparlayalım. Birgül Ayman Güler tarzı ulusalcılığa kategorik olarak ırkçı demek zor. Öte yandan “sözde-bilimsel” açıklamalarla, kavramsal akrobasiyle bu sözlerin ayrımcı, kültürel ırkçılığın sınırlarını zorlayan niteliğini inkar etmek de kolay değil. 90 yıllık baskı, dışlama, yok sayma, hatta yok etme tarihi bir yana, sadece son 30 yılda 40.000 cana mal olmuş bir savaşın sona erdirilmeye çalışıldığı bir dönemde bu sözleri pervasızca sarfetmek en hafif deyimle sorumsuzluk! Çok mu ileri gidiyorum? İsterseniz Güler’in bu sözler üzerine resmi facebook sayfasında yapılan yorumlara bir göz atın…

Yazarın Diğer Yazıları

Erdoğan nefreti ve Soma; Gülay Göktürk’e bir cevap

Tokatladığı vatandaşa/göstericiye “İsrail dölü neden kaçıyorsun” diye hitap eden, yani açıkça ırkçı bir terim kullanan bir Başbakanla karşılaştınız mı

Türkiye kendi kaderini tayin etti: Ayrışma!

Ünlü Fransız tarihçi Ernest Renan 1882 yılında yaptığı bir konuşmada milleti bir ruh olarak tanımlar. Bu ruhun varlığını sürdürebilmesi her gün tekrarlanan bir halkoylamasına (plebisit) bağlıdır. Yani millet inşa süreci, milletin kendi kaderini tayin etmesiyle bitmez

Gülen cemaati de yenilgiye uğruyor...

AKP Türkiye genelinde yüzde 40-45 bandında kalacak gibi. Bu sonuç, birçok yorumcunun söylediği gibi, seçmenin yolsuzlukları, vs. onayladığı anlamına gelmese de seçmenin AKP etrafında kenetlendiğini, seçim döneminde yaygınlaşan amiyane tabirle tabanın Erdoğan’ı “yedirmediğini” gösteriyor.