21 Eylül 2024

Bu kadar kötülük!

“İnsanın içindeki kötülük” ile “insanın aklından kalbine kadar içine içine zerk edilen kötülük, sıkışmışlık, öfke, nefret, şiddet, otoriterlik” arasında hiçbir bağ yoksa, “normal” zannedilenler ile “anormal” haller arasında hiç köprü yoksa; sadece kendimden “dubito ergo sum” ve ne mutlu bize, size!

“İnsanlar nasıl bu kadar kötü olabiliyor!”

Bunu soru ya da tespit olarak sıkça söylüyoruz, değil mi? Kendi hayatımızda yahut “başkalarının hayatı”na veya ölümüne, caniliğine tanık olunca.

Nasıl? Bu kadar? Kötü?

Kötülüğü biliyoruz, çok açık. Hayret ya da soru “nasıl” ile “bu kadar”da. “Ne kadar”ı “bu kadar” olmaya yetiyor acaba? “Nasıl” oluyor da “bu kadar” olabiliyor!

Bu soru kendimizi “onlardan” ayırmakta müthiş bir rahatlık sağlıyor. Çünkü biz o insanlardan değiliz, çünkü “bu kadar kötülük” ne aklımıza gelmiş ne başkasına yapmışız. “Bu kadar kötüler” sayesinde iyiyiz, iyi!

Elbette onların varlığı “kötü bir dünya”da yaşadığımızı anlatıyor; “kötü” geliyor, “iyi” hissetmiyoruz, lakin bizim “iyi” olduğumuzu da kanıtlıyor.

“Cehalet, gerilik” kaynaklı şiddeti açıklamak kolay oluyor. “Erkek şiddeti”ne aşinayız. “Kötü anne, kötü baba, kötü amir” seçilebiliyor.

Fakat “kurumlar”a ve “tarih”e gelince, patinaj yapmamız mümkün.

Çünkü tarihte övündüğümüz nice vakanın ve şahsiyetin “kötülükleri”ne dair sorgumuz, sualimiz zayıf; “kanaat notumuz” düşük.

“Aile, okul, kışla, işyeri, devlet” gibi kurumların “kötülük üreticisi” veya hiç değilse “özgürlük sınırlayıcı, kişilik ezici, kötülük hissiyatı yatağı” gibi etkilerinin olabileceği, sık sık “hapishane”ye dönüşebilen, “din, milliyet, sevgi, şefkat, iyilik, koruma, kollama, güvenlik, eğitim” ile tanımladığımız bu tür kurumların ve durumların çocuğu, genci, insanı “ne hale getirebileceği”ne dair bir Foucault mesela, içimizde pek yok.

İyi bir ihtimalle, muhtemelen okulda, Descartes bize diyor ki “Cogito ergo sum” yani “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Oysa öyle demiyor, tam olarak şöyle diyor: “Dubito ergo cogito, cogito ergo sum.” Ne diyor? “Şüphe ediyorum öyleyse düşünüyorum, düşünüyorum öyleyse varım.”

“Şüphe etmeden düşünmek” düşünmek olmuyor sevgili düşüncelerimiz!

Okul, aile, kışla, işyeri elbette “düşünme” öğretiyor. Şüphesiz! Doğuştan içine katıldığımız kimlikler de: Din, milliyet, yöre, etnisite, ırk vb.

Fakat birçoğunun “düşünme öğretimi” kendilerinin ne ve nasıl düşündükleri. Birçoğu belki kuşaktan kuşağa da aktarılarak. “Dubito” nadir, hatta çoğu zaman yok. Neyi nasıl düşüneceğine dair bilgileri ise çok, hatta şaşmaz.

Belki Jung’un sandığı kadar “kötü” değiliz; “her korkunun kaynağı” insan değil belki. Ama “korkunun kaynağı” olarak insan ve kurumlar hep hazır. Baba korkusu, tabii o kadar olmasa da anne de var; öğretmen korkusu, patron-amir korkusu, üst rütbe korkusu, üniforma korkusu, din korkusu, kimlik korkusu, aykırı olma-sayılma korkusu. İnsan bu “disiplinler” arası cendere ve mengenelerdea yoğruluyor, harmanlanıyor, karman çormanlanıyor. Eziliyor, kırılıyor, bükülüyor, itaat ediyor ve başına ne geldiyse başka başlara getirebilmenin imkanlarını, şartlarını ve yollarını da öğreniyor. Tatminsizlik ihtirasla aşılacak; ezilmenin verdiği ruh halinin çaresi ezebildiğini ezmek olacak. Boyun eğen, bir başkasına eğdirmenin peşinde olacak.

“Cesaret” genellikle bir erkeklik hasleti olarak ve “çatışmalar, savaşlar” bağlamında hayranlık uyandırıyor; nadiren “özgürlük, hakkını korumak, hakkını almak, özgüven, iyilik, mücadele, direnç, direniş” manasında.

“Cesaret” normların dışındaysa, cesaretle ilişkilendirebileceğimiz davranış, hayat tarzı, özgürlük tutkusu gibi bir şeyse, “cesaret”ten ziyade “cüret” olabiliyor sık sık.

O kişiden, düşüncesinden, hayat anlayışından, ideallerinden şüphe edebiliyor, kendi alışkanlıklarımızdan, kendi hayatımızdan, kendi ezberlerimizden şüphe etmeyebiliyoruz. Kendimizi onaylamak için ötekilerinin kötülüğüne, kendi kötülüğümüzü meşrulaştırmak için ötekilerinin çok kötülüğüne inanmak, inandırmak zorundayız. Gerekçe gani.

Başa dönersek; “Nasıl bu kadar kötü” dediğimiz hemen her şey, tarihin, geleneğin, kurumların, alışkanlıkların, ezberlerin, otoriter sistem ve anlayışların, dayatmaların, sorgusuz inançların, sualsiz kabullenmelerin ortak havuzundan besleniyor.

İnsanların çoğu aynı havuzun içinde “Bu kadar da kötü” olmuyor elbette; “Bu kadar kötüler” o havuzdan sırılsıklam çıkıp bazen çocuk üzerindeki otoriterliğin genlerini, bazen kadın üzerindeki hakimiyetin tohumlarını, bazen dini, milli, ırksal olarak “öteki”ne dair nefret kabiliyetini “Bu kadar da olmaz” denen ölçüde icra ediyor!

“Öldürmek, yok etmek” isteyen herkes öldürmüyor, katil olmuyor, şiddete başvurmuyor tabii ki. Fakat “öldürmek, yok etmek” konusunda ne tüm hissiyattan arınmış oluyor ne de tarihteki şiddet, katletme, kırıma, kıyıma uğratma, yok etme olaylarına dair bir tereddüde, şüpheye sahip olabiliyor.

Derin kötülüklerin onayıyla, kendimizi medenileştirerek “iyi” olmuyor muyuz?

Şunu söylemeliyim: Burada “genelleme” yapmıyorum. Siz değil, biz değil özel olarak kastettiğim. Sadece “Bu kadar kötü” denenlerin apayrı bir dünyada beslenmediğini söylemek istiyorum.

“Kötülüklerinden önce” iyi sandığınız insanlara dair belki sizin de sonradan sorularınız olmuştur tahminiyle.

Onlar da buradaydı. Aramızdaydı. “Aile”ydi, çocuktu, gençti, babaydı, kocaydı, anneydi, ağabeydi, iyi kötü okula gitmişti, askerlik yapmıştı, şöyle ya da böyle inancı vardı, bir işte, işyerinde buyurulan yahut buyuran olmuştu, “iyilikler”e dair telkinler almış vermişti, belki “iyilikler” bile yapmıştı.

“İnsanın içindeki kötülük” ile “insanın aklından kalbine kadar içine içine zerk edilen kötülük, sıkışmışlık, öfke, nefret, şiddet, otoriterlik” arasında hiçbir bağ yoksa, “normal” zannedilenler ile “anormal” haller arasında hiç köprü yoksa; sadece kendimden “dubito ergo sum” ve ne mutlu bize, size!

Umur Talu kimdir?

Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu.

Üniversite döneminde Demiryolu İşçileri Sendikası ve Marmara Boğazları Belediyeler Birliği'nde çalıştı. Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliği, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te sürdürdü. Muhabirlik, ekonomi servisi yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, kısa süre Paris temsilciliği yaptı.

Medyakronik başta olmak üzere, çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.

Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu'na seçildi, başkan yardımcılığında bulundu.

İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi.

Türkiye medyasında ilk "ombudsman"lik kurumunun kurulmasını gerçekleştirdi. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı.

Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı ÖdülüÇağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.

Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığını yaptı.

Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet), Dipsiz Medya (İletişim), Bedelli Gazetecilik (Everest) , Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı. 

Yazarın Diğer Yazıları

Seçimde ne yaptım baba!

28 Şubat sonrasında, babası “en mağdur” iken, partisi kapatılırken, “ABD filan desteğiyle” de “Milli Görüş bayrağını attık” diyerek ve “mağduriyet” kılığıyla AKP’yi kuranların Necmettin Erbakan’ı nasıl “sattığını” hiç unutmazdı 2023 seçimlerinde de. Babasını satanlar halkı da satmış olabilir mi!

Ya burada olsaydı, burada ölseydi!

Ayşenur Ezgi despotlara, zalimlere karşı eylemlerin ve isyanların genç insanıydı; en önemlisi şimdi cenazesine "sahip" çıkan kimileri gibi ayrım yapmayan bir vicdanı büyütmüştü belli ki. ABD'de siyahların hakları, hayat hakları için mücadele de etmiş; Myanmar'da ezilen, katledilen Arakan Müslümanlarının da yanında yer almıştı

Canım kızım, sen yokken, burada…

Bu dünya ve hayat sizin hakkınız! Hakkını bu cehenneme helal etme kızım! Sesleriyle de sessizlikleriyle de bu suça ortak olduktan sonra, arkandan "Helal ettik" diye çemkirenlere de...

"
"