"Hayatımız" diyoruz ya, sanki tümü bizimmiş gibi...
Siz de merak ettiniz mi?
Acaba hayatımızın, hayatlarımızın ne kadarı bizim ne kadarı başkalarının.
Ne kadarını biz, ne kadarını başkaları kullandı. Ne kadarını isteyerek, cani gönülden başkalarının "emrine" sunduk.
Hiç hesaplamaya kalkıştınız mı?
"Bunun hesabı mı olurmuş" diye kestirip atmayın.
Gelin birlikte kafa yoralım...
Korkularımız, doymazlıklarımız, ihtiraslarımız acaba hayatlarımızın ne kadarını aldı götürdü.
İyi niyetlerimiz, "aman kırmayayım" uğruna "çark ettiklerimiz," sabrettiklerimiz, hiç içimizden gelmediği halde yaptıklarımız, kafamızı duvarlara vura vura sürdürdüklerimiz bizim hayatlarımız mıydı?
Başkalarına kullansınlar diye severek, isteyerek verdiğimiz hayatlar acaba ömrümüzün ne kadarı?
Ruhsal ve zihinsel "arazimiz" başkaları tarafından acaba kaç yıl işgal edildi. Ya da kaç yıllığına "icara" verdik.
Bana sorarsanız…
Kullanılan hayatımı "ölçme aletim" var.
Gülmeyin…
Eğer midem fokurdamaya, içimdeki alevler tüm bedenimi sarmaya başlamışsa ve yerimden hoplamışsam, patlamışsam "ölçü aletim" kullanılma anımı kayda geçiveriyor.
"Ölçü aletimin" kullanıcıları çok uzaktan tanıma ustalığı var. Bu sayede on metreden daha yakınıma yaklaştırmıyorum. Uzak tutuyorum onları. Kendimi koruyorum, ruhumu koruyorum.
Biliyorum ki, yalnızca ruhumla "yanak yanağa" olduğum zamanlar benim hayatım. Tüm öykülerim, hayallerim, güzelliklerim, huzurum, insanlığım orada.
Kullanılan hayatlarımızda ruhumuz uzaktan izler bizi. Yaklaşmaz. Ona ait hayat değildir oralar. Entrikalar dünyasıdır, hiçliktir, utanmazlıktır, arlanmazlıktır. İçine çekilir ruhumuz, pörsür, çürür, bizi de çürütür.
"Kullanılmış hayatı olan bir insanla yeni bir yaşam kurmak zordur" diyor Buket Uzuner, İki Yeşil Susamuru'nda…
İnanırım...
Peki, kullanılmış hayatların ortasında yaşamak kolay mı?
Kurtuluş?
Aklıma ilk gelen yalnızlık oluyor, bir de "Yalnız Gezerin Hayalleri."
Yalnızlık…
Fransız edebiyatının önemli yapıtları arasında yer alan Jean-Jacques Rousseau'nun son kitabı
"Yalnız Gezerin Hayalleri"ni okudunuz mu? Okumadıysanız mutlaka listenize alın. Ölümünden az önce edebi ve felsefi bir vasiyetname bırakmış bize Rousseau…
Yalnız gezer, güzergahını kendisinin belirlediği ve tamamen keyfi olan yürüyüşlere çıkıyor. İnsanlarla ortak bir yanı kalmadığını düşünüyor; doğada yaptığı gezintiler, kendisiyle baş başa kalarak sohbet ettiği yegane anlar oluyor. Doğanın renkleri, biçimleri, kokuları mutluluğu oluyor, geçmişin dehşet ve sancısının artık yok olduğuna kendini inandırmak istiyor.
Rousseau, bizi de yalnız başımıza çıkacağımız yürüyüşte hayatı hayal etmeye çağırırken, şöyle diyor:
"En berbat yalnızlık bile, ihanet ve nefretle beslenen kötü insanlardan meydana gelmiş bir toplumdan daha tercih edilebilir bir durumdur..."
Hayatı, hayatımızı hayal etmek…
Kullanılmış, kandırılmış, salak yerine konulmuş kısmını yok saydığımızda geriye kalan neyse hayatımız da hayallerimiz de o kadar.
Yazıya kaçtığımız zamanlar, sanırım hayatımızın hiç kimselerin kullanamadığı, bize kalan bize ait olan, nadide anlar.
Kimse bizden yazı yazmamızı beklemiyor. Gecenin bir vakti kelimelerin büyüsünde, hayallerle "yalan dünya"dan başka bir dünyaya geçiyoruz. Kimselerle değil kendimizle konuşuyoruz. Ruhumuz nefes alıyor. Ne bileyim belki de bana öyle geliyor. Öyle hissediyorum.
Doğa ve yazı…
Belki bu nedenle İda beni sarmalıyor…
Belki bu nedenle yazı beni iyileştiriyor.
Belki bu nedenle hayatımı hem kullanıcılardan, "numaracılardan" hem kendimden korumuş oluyorum.
Siz neler yapıyorsunuz?
Ne hallerdesiniz?
Yoksa kullanacağınız yeni hayatların peşinde misiniz?
Ruhunuzu "icara" mı verdiniz yoksa?