21 Haziran 2016

Nerede o eski mektuplar...

O eğri büğrü şekillerle yazılan "mektuplara" artık yanıt vermemeye karar verdim...

Yazı da yazılıktan çıktı mı ne…

Bir şeyler yazıyorsunuz, karşınıza baş parmak havada mavi bir el işareti geliyor.

Harika, beğendim demekmiş…

Hadi bir şeyler daha yazayım diyorsunuz…

Bu kez karşınıza sırıtan bir surat geliyor.

Çok komikmiş…

Duyguların yerini şekiller almış.

Herkesin çok işi var, daha fazlasını yazmaya takat yok, ruh yok…

Bilgisayarı kapattım…

Balkona sigara içmeye çıktım. Her yer zifiri karanlık. Yalnızca kırmızı bir kor, yalnızlık ve sakinlik…

Böyle anlarda bir kenarda duran hatıralardan birinin düğmesine basar, geçmişin filmini izlerim. 

Yine öyle yaptım.

Çok eskilerden bu geceye uygun olanını seçtim. Yazı neymiş, meram neymiş, ruh neymiş hepsi vardı içinde.

Hadi birlikte izleyelim...

Bilgisayar tuşlarına dokunup elektromanyetik dalgalara yüklenenlerden değil, şöyle ak  kâğıda dört satır da olsa kendi elceğizinizle yazdığınız bir mektubu en son ne zaman göndermiştiniz? Ya da postacı size böyle bir mektubu en son ne zaman getirmişti?

Peki, öyle üç-beş değil, on, yirmi hatta otuz sayfalık ak kâğıtlara dantel gibi işlenmiş, artık unuttuğumuz, bir köşelerde mahzun bıraktığımız, aslında bizi insan yapan inceliklerle dolu mektuplar alsaydınız ne yapardınız? 

Ben ne yapardım, bilmiyorum...

Ama onun ne yaptığını biliyorum.

Şu an kalbim belki de en az onunki kadar çarpıyor...

Yaşamı sanatla iç içe geçmiş, evlenmiş, çocuk doğurmuş, ayrılmış; sevdikleri, sevenleri olmuş, çok mektuplar göndermiş, çok mektuplar almış, ama 40’lı yaşları sürdüğü yaşamında böylesi hiç başına gelmemiş. Anlatılacak gibi değil, kelimeler yetecek gibi değil... 

O sabah çalıştığı resim galerisine gelen davetiyeler, bildiriler arasında kalınca bir zarf da var. Sanat ağırlıklı, ama kaybettiğimiz, yok farz ettiğimiz, zaman bulamadığımız için es geçtiğimiz, koşturmacalarımız sırasında ayaklarımız altında ezilip giderken umursamadığımız bize ait duygularla dolu, özenli bir el yazısıyla yazılmış o mektubu yazan kim ola ki?...

Mektup, Doğu Anadolu’nun küçük bir kentinden gelmektedir. Adres, o küçük kentin kapalı cezaevini göstermektedir...

Böylesine duygu yüklü bir mektubu yanıtsız bırakmak olmazdı. Mektupta bir elektronik posta adresi olmadığına göre yıllardır alışageldiği bilgisayar tuşlarından başka bir yöntemi kullanmak zorunda kalacaktı, ama olsun...

Ak kâğıtlara o da kısa, ama özenli bir şeyler yazdı. Mektup yazmak ne kadar da zordu. Üstelik bir “tık”la saniyede gönderebileceği yanıt, kim bilir kaç günde yerini bulacaktı.

Neredeyse on sayfa dolusu bir mektup daha gelmeseydi, her şey öylece kalacaktı. Bu mektup biraz daha “derin”di. Ruhunu bir yerlerinden kavrıyor, sıkıştırıyor, buruşturuyor, duvardan duvara çarpıyordu. Bu adam nereden çıkmıştı, neyin nesiydi? Onca birikim tamam da nasıl olmuştu da onca duyarlılığın bir kırıntısını bile bir yerlerde unutmadan taşımaktan bıkmamış usanmamıştı.

Hele bu mektubu yanıtsız bırakmak hiç olmazdı.

Bu adamı tanımalıydı. 

Tanıdı da...

Adam da 40’lı yaşlarını sürüyordu. Uzun yıllardır o köhne kentin köhne cezaevinde siyasi mahkûm olarak yaşamını sürdürüyordu. Mektuplarına yanıt alabilmek onu çok mutlu etmişti. Mektup gönderdiği kimileri, elektronik posta adresini bildirmesini istemişler sonra da sessizliğe gömülmüşlerdi.

Uzun yıllardır dört duvar arasındaki zavallı adam, “dışarıdaki” yaşamın dayanılmaz hızını, insanların birbirlerini ezercesine geçerek nasıl da bir yerlere koşturduklarını, duyarlılık ne kelime insanların birbirlerine üç dakikacık ayıracak zamanları olmadığını, her şeylerin hem de çok ucuza nasıl da alınıp satıldığını nereden bilebilirdi?

Mektuplar sıklaştı. Yirmi, otuz, kırk sayfalık el emeği göz nuru metinlere dönüşmeye başladı. Her mektup onları biraz daha yaklaştırdı... 

Sergilerin açılış günlerini pek sevmem, mecbur kalmadıkça da gitmem. O gün onun çalıştığı galeride çok önem verdiğim bir dostumun fotoğraf sergisinin açılışı vardı. Gitmeye zorunluydum. Ellerinde kadehleri, sırtlarını fotoğraflara dönmüş ve birbirlerinin içine sokulmuş insan kalabalığının arasından sıyrılıp dostuma göründüm ve tam sıvışıyordum ki  “yakalandım..."

Lobiye çıktık. “Gidiyorum” dedi. “Nereye” diye sormaya fırsat bulamadım. O köhne kentin köhne cezaevinde yaşamakta olan o uzun, güzelim mektupları yazan adamı görmeye gidiyormuş. Cezaevinden çıkmasına çok az kalan adamı isterse birlikte yaşamaya, ona destek olmaya çağırmak istiyormuş...

Dostum, o çok merak ettiği adamı görebilmek için, cezaevinde resim dersleri vermek için ilgili makamlara başvurmuş; gerekli izinleri almış yollara koyulmuş. İlk kez gittiği kentte önceleri bir garip hissetmiş kendini. Cezaevi kapısından girdiği ilk gün neredeyse yarım asırlık ömründe en heyecanlı gün olmuş...

O duyarlı, mis kokulu mektupları yazan demek oymuş. İnce, güleç yüzlü bir genç adam. On beş koca yıl gözlerindeki pırıltıyı söküp atmayı başaramamış. Resimler yapmışlar. Çok konuşamamışlar. Gözler yetmiş, kalpler kaynaşmış...

İzmir’le o kent arasındaki gidiş gelişler sürüp gitmiş. Sonraları cezaevi görevlileri bu işten “pirelenmişler”. Resim derslerinin artık yeterli olduğunu belirtip kapıyı göstermişler dostuma. Artık günleri saymaktan, beklemekten başka bir yol kalmamış, bir de mektuplar. 

Telefondaki sesi şen şakraktı. Her tümce kahkahalarla noktalanıyordu. Anlattı, anlattı en önemlisini en sona sakladı.

“O şimdi burada, karşımda oturuyor bizi dinliyor” dedi ve bir kahkaha daha patlattı. 

“Kim?” dedim dalgınlıkla.

“Kim olacak Murat, o köhne kentin köhne cezaevinden bu kez mektubu değil; kendi geldi.”

Demek gelmişti. Demek genç bir delikanlı olarak girdiği o kalın duvarlar arasındaki on beş yıl dolmuş; mavi gökyüzüne,  yaşama sevincini karşılıksız bırakmayan kadına kavuşmuştu.

“Hemen gelmelisin” dedi dostum. “Hemen gelirim” dedim...

O sımsıcak yüzü sanki yıllardır tanıyordum. Sanki kısa bir süre önce görüşüp ayrılmışız. Sanki yaşamımızda ilk kez karşılaşmıyoruz gibi.

On beş yıldan sonra “dışarıda” en ilgisini çeken ellerinde telefonlarla oradan oraya koşuşturan insanlar olmuş, çok gülmüş. “Ama” dedi, “İletişim çağı yaşıyormuş gibi görünen bu insanlar aslında iletişimsizliğe boğulmuşlar. Herkes kabuklarına çekilmiş. Herkeslerin elinde bir telefon ve boyuna konuşuyorlar, ama birbirlerinden haberleri yok.Yabancılaşmanın boyutları ezici. Abartı gibi gelebilir, siz dışarıdakilerin işi biz içeridekilerden çok daha zor gibi görünüyor.”

Bir arabaya doluştuk üçümüz. Kırmızı şarap içtik bir yerlerde. Gece yarısına kadar konuştuk. Daha doğrusu onlar anlattı ben dinledim. Dostumun resimlerini yaptığı apartman katı bunaltıcıymış. Artık iki ressama yetmezmiş. Kente yakın, ama ayak altında olmayan bir yerlerde derme çatma da olsa prefabrik bir stüdyo kurma hayallerine daldık. Sonra hayal kurmaktan vazgeçip üzerinde uzun uzun konuştuk. Bir dostun arazisine tek katlı, önünde kocaman verandası olan ve her yanından ışığa boğulan bir “dünya” yaratmaya karar verdik.

Bedava amelelik yapmaya söz verdim. Dostum, “Orada yapacağımız resimlerden veririz sana” dedi. Anlaştık.

Dalıp gitmişim. 

Sigaramın son koru neredeyse elimi yakacak. 

Lambayı yaktım. 

Bugüne döndüm.

O eğri büğrü şekillerle yazılan "mektuplara" artık yanıt vermemeye karar verdim...

Yazarın Diğer Yazıları

"Sözlerim varsa, var demeksin"

Eğer dokunamıyorsak, içine akamıyorsak, anlaşılmadığımızı sanıyorsak, anlayamıyorsak, iletişim kurmayı başaramıyorsak sözcüklerimizi yeniden gözden geçirmeye, daha derinlere inmeye ihtiyacımız var demektir

Şifreli aşklar...

Kafelerde iki sevgili oturuyor. Siz öyle görüyorsunuz. Aslında onlar çok kalabalık. İki sevgili de ellerindeki "sevgiliye" gömülmüş. Yani masada gezinen yığınla insan, yığınla söz var. İki sevgilinin sözleri arada kim vurduya gidiyor. Gözler zaten birbirini görmüyor

Yarım kaldık, sakat kaldık...

Hayallerimin orasını burasını didikleyip öykülere çeviriyordum. Güzel bir film izlemeye hazırlanıyordum. Ta ki, Birhan Keskin'le burun buruna gelinceye kadar