Oya Baydar'dan "Özkök macerası" okuyunca, kendimi durduramadım. "Eskide kalmış gibi görünen" ne kadar çok "karın ağrım" varsa önüme yığılıverdi...
Bazı insanlar vardır, "görünür olmak", "ortalarda olmak", "kendinden ne olursa olsun söz ettirmek" yaşamlarının anlamıdır. Eğer anlam denilebilirse...
Bu insanlar, hiçbir şey yapamazlarsa gündemde olan bir kişiye "kibarca sataşır" ve yine de gündem olmayı başarırlar.
Ertuğrul Özkök, Oya Baydar'ın Suriye politikasıyla ilgili görüşlerini beğenmemiş efendim...
ABD'nin Irak'ı işgali öncesi oluşan "Barış Girişimi"ni de hiç sevmemişti Özkök. Oya Baydar'ın da aralarında bulunduğu, Hrant Dink'in, "Terörün gücüne de, gücün terörüne de hayır” sözünün slogan haline geldiği o günlerde, barışseverlere "azgın azınlık" diye saldıran yazılar döşeniyordu Özkök.
Ahmet Kaya'yı linç eden Özkök...
Genel yayın müdürü olduğu gazetesinde bir çalışan olarak "sendika aleyhimize oluyor" diyerek sendikayı bitiren Özkök.
Daha çok, ama çok şey var. Medya kitaplarım Özkök "maceralarıyla" dolu. Siz kitapları boş verin, Sanem Altan'ın Özkök'ün eşiyle yaptığı röportajı okuyun her şeyi anlayacaksınız. Vatan'da 2 Kasım 2008'de yayımlanan röportajda Tansu Özkök'ün söylediklerinden iki küçük alıntı:
"Daha küçük bir hayatı istedim hep. Bu benim gerçeğim değil. Bu onun gerçeği. Bazen 'Çok yoruldum bu işlerden' der. 'Yalan söyleme Ertuğrul, bu senin tercihin. Yorgun olan benim çünkü bu benim tercihim değildi' derim."
"Hâlâ da kurtuluşun sosyalist rejim olduğunu düşünüyorum. O bildiğimiz hakiki sosyalist yapının özlemini çok çekiyorum. Geçen gün Ertuğrul’la 'Hani ne oldu serbest piyasa ekonomisi?' diye dalga geçtim."
Tansu Özkök'ün anlattıklarından sonra, Ertuğrul Özkök'ün peşini bırakmıştım artık. Fazla söze gerek yoktu.
Ama o bırakmıyor, ille bir yerlerden çıkıyor.
Kazdağları'nın oksijen rehavetinde yine o vardı.
Neyse ki, Kızılkeçili'de ayaklarını suda şapırdatarak dondurmalarını yiyen çocukların şen şakrak gülüşleriyle gerçek hayata döndüm.
Kızılkeçili'yi bilir misiniz?
Akçay'ın girişinde üst geçidi az geçip sağa sapacaksınız. Meydandaki ulu çınar ağacının altında bir yorgunluk kahvesi için. Meydandan yokuş aşağı çiçeklerin binbir kokusu ve kuş cıvıltıları arasında yürüyün. Eski köprünün altında şırıl şırıl akan suyun etrafındaki masalardan birine oturun. Ayaklarınız buz gibi sularda olsun istiyorsanız derenin içinde kurulu masaları seçin.
Suyun kenarı kim bilir kaç yıllık çınar ağaçlarıyla örülü. Kimi evlerinden getirdikleriyle masalarını donatmış. İki küçük çocuk balık tutmaya çalışıyor.
Başka bir dünyadasınız, gerçekten öyle.
Kavgalar, dövüşler, düşmanlıklar, silahlar, bombalar, ölümler kısa bir zaman için de olsa başka bir dünyada kalıyorlar. Doğanın bir parçası oluyorsunuz ve kendinizi muhteşem kokuların, güzelliklerin, gerçek yaşamın kucağına salıyorsunuz.
İnsan olduğunuzu hissediyor, insanlaşıyorsunuz. Bilge Karasu'nun "Gece"sinde söyledikleri yerdesinizdir artık:
"İnsanı en yüksek yerleştirmekten, hayvanlardan, bitkilerden, sulardan, dağlardan çok önemli olduğuna, her şeyin insan için yaratılıp insana kulluk etmesi gerektiğine inanırmış gibi yaşamaktan vazgeçelim. Belki o zaman insanın hayvanla, bitkiyle, suyla, dağla, taşla birlikte bir anlamı olduğunu, olabileceğini anlar, belki o zaman insana saygı duymasını başarırız…"
Doğanın bir parçası olarak, insanca yaşamanın sırrına varabilecek miyiz?
Onca yalanın, dolanın, talanın, aç gözlülüğün, delirmişliğin, çıldırmışlığın dünyasından arınıp çıkabilecek miyiz?
Tarkovski'nin "insanlığı kurtaracak düzeyde güçlü bir duygu" olarak tanımladığı utanma duygumuzla buluşabilecek miyiz?
Ya başaracağız...
Ya da bizi taşımaktan, itilip kakılmaktan bıkan, yorulan doğa, "Şu utanmazları, arlanmazları sırtımdan atayım artık" diyecek...