Bembeyaz tenli, yeşil gözlü, sarı saçlı minik çocuğu babası Melikahmet'teki o ilkokulun bahçesine götürdüğünde bir sessizlik oldu. Başka bir dünyadan biri gelmiş gibiydi. Çocuk da tedirgindi. Refika Öğretmen'in elini tuttu sınıfa doğru yürüdüler…
Babasıyla ne zaman gezintiye çıksalar, kahvelerden başlar uzanır, "Buyur başefendi bir çayımızı iç" davetleri alırlardı.
Beş ailenin neredeyse "sıkış tepiş" yaşadığı avluyu, su almak için sıraya geçtikleri tek tulumbayı, "onlar garip" diyerek titreyen güzel yüzleri, gözleri görmeyen Karo'yu, birlikte yenilen yemekleri, içilen çayları, o sıcaklığı aradan çok yıllar geçse de unutamadı o çocuk…
Biraz önce, internette o yüzlerden birini gördüm. Evi yıkılmış yaşlı kadın, ağlamaklı sesiyle, "Gelin buraları görün, misafirimiz olun, sizi nasıl ağırladığımızı görün" diye yakınıyordu.
Başka bir yaşlı kadının cansız bedeni sokak ortasında yatalı bir hafta olmuştu. Az önce ekrana bebek yüzü düştü. Evler taranırken gözlerini yummuş…
Surların önünde faytonlar müşteri beklerdi. Afacan bir çocuk olmuştum artık. Faytonların arkasına asılır kent turu yapardık. Faytoncu durumu anladığında arkaya doğru kırbacını sallardı. Yüzümüze, sırtımıza değen kırbaçların acısı o çocuk bedenimizi kavururdu.
Şimdi yaşlı bedenimde ruhum kavruluyor. Uyumaya, yemek yemeğe, gülmeye utanıyorum.
Baklavacı Şehmuz'un yakınlarındaki bir meydanlıkta insanlar asılırdı. Sabah belli saate kadar asılanlar indirilmezdi. Okula gideceğimize o meydana giderdik. Ayağında bembeyaz yün çorapları, yerde cilalanmış topuğu basık ayakkabıları hiç aklımdan çıkmadı asılan o adamın…
Şimdi oralarda başka türlü ölen kadınlar, gençler, bebeler var…
Ah Besey teyzem, içimde ne ateşler var bir bilsen. Bize zorla yedirdiğin içli köfteler, kaşıkladığımız salatalar, gülen yüzün, o yaşında hiç yüksünmeyişin... Sanki oralarda bir yerlerdeymişsin gibi. Sanki o yerde yatan kadın senmişsin gibi. Buzdolaplarında gömülmeyi bekleyen sanki Karo'ymuş gibi…
Hayatında bir kez o topraklara uğramamış insanların ahkâmlarına bakıyorum. "Bol keseden" atışlarını dinliyorum. İçlerinde irine dönmüş nefreti görüyorum. İnsanlıktan çıkmış, çöpe dönüşmüş hallerini izliyorum.
Yüzlerce metre öteden ayaklarında lastik terlikleriyle su taşıyan, o kısıtlı sularda yıkadıkları çarşafları, "siz garipsiniz" diyerek altımıza yayan, bizi bağırlarına basan o insanlarla yoğruldu çocukluğum, gençliğim.
Onlardan çok uzaklarda, evde kapalıyım ve üzerimden kurşunlar geçiyor. Her bomba sesinde onlarla irkiliyorum. Beden ne ki, ruhum Melikahmet'in sokaklarında dolaşıyor.
"Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmakta bir hırstan başak ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet ne gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım."
Sait Faik gibi düşünüyordum. Yazıyı terk edeli epey olmuştu…
Aylardır o topraklardaki öyküler içimde dolup taşıyordu. Yazmasam deli olmayacaktım, ama içimden geldi, içimden boşaldı...