Yolcular aceleyle vapurun daracık merdivenlerinden sıkışarak inmeye çalışıyor, ama "trafik" aniden duruyor.
Herkes öne doğru bir hamle yapıp neler olduğunu anlamaya çalışıyor.
Bir adam tam orta yerde çakılı kalmış. Elinde koca ekranlı telefonundan mesaj yazıyor. Başka bir dünyaya geçmiş. Şu an orada değil. Neyse ki bir-iki "dürtüklenmeden" sonra ayılıyor, "gerçek" dünyasından kopup, bizim dünyamıza geliyor...
İnternet yokken, hele Facebook ortalarda görünmezken nasıl yaşıyormuşuz, ay ne kadar korkunç bir yaşammış.
Geçen akşam yeğenlerimi görmeye gittim. Küçük yeğen "gerçek" hayatından bir türlü kopamıyordu. Bütün gece ekranın içine gömülü kaldı. Evden ayrılırken, "Çocuğum söz veriyorum seni o elindeki aletle evlendireceğim" dedim. Herkes güldü.
Herkes gülüyor, hepimiz gülüyoruz da durum facia…
Teknik olarak beynimizi, troid bezlerimizi saatlerce yoğun radyasyon "yağmuru" altında bırakmanın "faturasını" çok sevdiğimiz çocuklarımız yıllar sonra çok acı ödeyecek. Tabii yabancılaşma, psikolojik sorunları anlatmaya gerek yok.
Bütün ama bütün hayatımızı ortalara sermenin ve bütün hayatları dikizlemenin nasıl bir "büyüsü" olabilir?
Doğadan kopuk, AVM'lerde büyüyen, servislerle sabahın köründe okula gidip akşam yorgun eve dönen çocuklarımızın sığındıkları tek yer "face"
Ya biz büyükler…
Nerede yemek yemiş, nerelerde gezinmiş, şu an neredeymiş, "ilişkisi" var mıymış, yok muymuş…
En çok da bu ilişki meselesi güldürüyor beni. Aşk değil tabii ilişki.
Dostum, ilişkinin olup olmamasından bana ne. Kime ne… Varsa güzel güzel yaşa…
Özel, büyülü fotoğraflar ortaya yayılmış. Sevgiliyle çimenlerde sarmaş dolaş pozlar, karlı tepelerde romantik hayatlar tüm dünyaya sunulmuş. Herkese açık…
Neden?
Neden en büyülü anlarımızın yalnızca bizde kalması yetmiyor?
Neden ille de tribünlere servis yapıyoruz?
Nefaset nerede?
Başlarda herkes halinden memnun. Heyecanlar tüm dünyayla yaşanıyor. Eee bu keyfi "millet" görmeli, ilişki dediğin tribünlerle birlikte yaşanmalı di mi ama...
Herkesler altına "döşenmeli"
Harikasınız, muhteşemsiniz, ne güzel bir ilişki...
Sonra...
İlişkiler bitiyor, fotoğraflar duruyor.
Yeni ilişkiler başlıyor, eski ilişkilere dair ne varsa ortalıkta.Yeni hayatlarla eski hayatlar aynı yerde "kardeş kardeş" yaşayıp gidiyor.
Ortalık leş kokuyor...
Bu "çöplüğe" eleştiri getirdiğinizde, ilkel oluyorsunuz, özgürlüklerden nasibini almamış sayılıyorsunuz, ne kadar aşağılayıcı sıfat varsa üzerinize boca ediliyor…
Çok kalabalıklar, susuyorsunuz...
Sonra iletişim varmış gibi görünüyor. Yok aslında. Anlama, dinlemeyle ilgili bir çaba da yok. Ama nefret var, aşağılama var. Nefret suçu işleyenleri uyardığınızda, "O insan bunu hak ediyor" yanıtı alıyorsunuz.
Kendimize benzeyenlerin dışında kimseleri sevmiyoruz, beğenmiyoruz, tabii anlamaya da çalışmıyoruz. Bu konuda Zygmunt Bauman'ın çok hoş bir yaklaşımı var:
"Sosyal medya bize diyalog kurmayı öğretmiyor... İnsanların çoğu sosyal medyayı bir araya gelmek veya ufuklarını genişletmek için değil, tam tersine, kendilerine kendi seslerinin yankıları olan sesleri duyacakları, kendi yüzlerinin yansıması olan yüzleri görecekleri bir konfor alanı yaratmak için kullanıyor."
Evlerimizde, ellerimizde artık bizimle yapışık olan "makinelerde" yarattığımız "konfor alanları", sözüm ona özgürlük alanları bizim gerçeğimiz olurken, asıl gerçek sokaklarda yaşanıyor.
Sabah nöbetten dönen hemşire Ayşegül Terzi (23), otobüste tanımadığı bir erkek yolcunun uçan tekmeli saldırısına uğruyor. Nedeni de şort giyiyor olması. 35 yaşındaki iri yarı, kirli sakallı saldırgan, "Bu kadınlar şeytan, uğursuzluk saçıyor" diye bağırarak genç kadının yüzünü tekmeliyor. Otobüste bir- iki kişi engel olmaya çalışıyor, ama saldırgan acil durum butonuna basıp kaçıyor. Genç kadın verdiği röportajda, şoku atlatamadığını, ilaç aldığını ve sokağa çıkmaya korktuğunu söylüyor.
Gerçeğimiz haline getirdiğimiz sanal dünyalarda, özgürlük sandığımız şeyleri "dibine" kadar yaşayıp kokuşurken asıl gerçek başka yerlerde vahim olaylarla karşımıza çıkıyor.
Bir yanda tüm özgürlüklere sahip olduğumuz yanılsamasıyla yaşadığımız hayatlar, diğer yanda Ortaçağ'a doğru dolu dizgin gidiş…
Bu ironiye nasıl katlanır, böyle nasıl yaşanır bilemiyorum…
İletişim alanında, akıllı telefonların programlarıyla ilgili şimdi adını anımsamadığım bir yetkilinin, "Yanımda akıllı telefon taşımıyorum. Beni esir alacağını biliyorum ve uzak duruyorum" açıklaması geldi aklıma.
Ben, sokakta ve dışarıda internetten uzak durmak için tuşlu telefon kullanma yolunu seçtim. Dostların, "Artık akıllıya geç" önerilerini, "o kadar akıllı değilim" diye karşılıyorum.
Bir de Ahmet ve Mehmet Altan'ların gözaltına alınmalarının gerekçesi yapılan "subniminal"e kafayı taktım. Farkında olmadan bilinçaltımıza doldurulan mesajların peşine düştüm.
Dostum, Nuray Önoğlu'nun çevirisini yaptığı, Leonard Mlodinow'un "Subliminal"ini okuyorum. Siz de okuyun.
Gördüğünüzü, duyduğunuzu, anladığınızı sandığımız şeylerin altında ne "menem" şeylerin gizli olduğuna hayret edin.