Gençliğimizi, en güzel yıllarımızı verdiğimiz Cumhuriyet gazetesi'nin İzmir Bürosu kapatılmış. Kapısına kilit vurulup, çalışanlara da "güle güle" denilmiş…
Refik baba teleksin başında. Ak kağıtlara daktiloyla yazdığımız haberler, onun elinden merkeze ulaşacak.
Gökova Termik Santrali'nin kurulacağı sahanın altında fay hattı çıkmış; hadi koş Celal Başlangıç, Ümit Otan...
Ekonominin Merih Ak'tan, politikanın Türey Köse'den, sporun Nüvit Tokdemir'den, sağlığın Asuman Avar'dan, polis adliyenin Necati Aygın'dan fotoğrafların Zafer Aknar'an sorulduğu yıllardı. Hüseyin Erciyas, 'Kent Yaşam' sayfasıyla boğuşur, elektrik, su kesintileri ve kentteki tüm aksaklıklarda "hesabı" o verirdi. "Şeytan" diye çağırmaya alıştığımız Serdar Ağır gecenin patronuydu.
Hiç yorulmazdık, hiç gocunmazdık. Nerde haber varsa oradaydık. Dalyan'a Carettalar'ın yuvasına otel mi yapılacak Hakan Kara koştururdu. Biz de arkadan.
Mehmet Yaşin, arka sayfanın tam göbeğine iyi bir fotoğraf istediğinde hepimizin kalbi çarpardı. Büro şefi, kızdığında ve sırf ceza olsun diye Somasotesspor, Menemenspor maçına hem de araçsız gönderdiğinde bile yılmazdık.
Aldığımız paralar da öyle ahım şahım bir şey değildi. Yıllar sonra oturup hesapladığımda neredeyse üste para vererek çalışmışım. Olsun. Biz kendimizi gazeteci hissediyorduk ve öyle yaşıyorduk. Aliağa'ya termik santral yapılmaması için gösterdiğimiz çabalar yetiyordu bize. Mutluyduk. Bir işe yarıyorduk. Bu her şeye bedeldi. Melih Calayoğlu'nun başına gelenleri tüm dünyaya anlatmanın, 12 Eylül'de asılan İlyas Has'ın anasının feryatlarını duyurmanın, işinden atılan bir işçi bile olsa birinci sayfada haberini görmenin heyecanını hiçbir şeye değişmiyorduk.
Öyle akıllı telefonlar, internet, falan yoktu. En kolay işi en zor şartlarda yapıyorduk. Kendi haberimizi yazıyor, kendi fotoğrafımızı çekiyor, karanlık odalarda en iyisini bulmak için çabalıyor, bazı zamanlar evlerimize gitmeyi unutuyorduk.
Yığınla hatıramız demek o binanın içinde kaldı. Kapısına kilit vuruldu.
Nedeni ekonomik yetersizlikmiş. Öyle diyorlar….
Oturup düşünüyorum. 1991 ayrışmasında bile İzmir Büro kapatılmamıştı. İstifa edenler gitmiş, kalanlar çalışmayı sürdürmüş; gazete, satış rakamları yerlerde sürünürken bile Cumhuriyet İzmir Bürosu'nun kapısına kilit vurulması akıllardan bile geçmemişti.
Mülk zaten gazetenin malıydı. Çalışanlara ödenen ücretler asgari ücretin neredeyse bir parmak üzerindeydi. Çok fazla çalışan da yoktu. Cumhuriyet bu kadar mı sıkışmıştı? Üç-beş çalışana ödenecek kadar para yok diye mi kapatılmıştı?
Yıllar önce o ayrışma döneminde para almadan çalışılan çok zamanlar olmuştu. "Arkadaşlar, çok sıkışığız size belli süre para ödeyemeyeceğiz" denilse şu an çalışan arkadaşlar ne pahasına olursa olsun terk etmezlerdi, hepsini tanıyorum.
Peki sebep ne?
Aklıma kötü senaryolar geliyor, ama yine de senaryo olarak kalsın…
Acaba yeni bir yapılaşma için büro tümden kapatılmış olabilir miydi?
Birkaç ay sonra büro, yeniden başka isimlerle açılırsa o zaman gerekenleri söylemeye hakkımız olabilir. Şimdilik en iyisi susmak…
Benim içimi en çok acıtan, aybaşına ve yeni yıla iki gün kala "İş akdiniz feshedildi" yazılı "kağıt parçası"yla yılların çalışanlarına gösterilen vefasızlık. Hepsi benim arkadaşlarım, dostlarım, bazıları gazeteye aldırdıklarım. Hepsi şaşkın, hepsi üzgün, hepsi ortada bırakılmışlığın çaresizliğinde…
En son Can Dündar ve Erdem Gül'ün tutuklanmasını protesto eylemi nedeniyle bürodaydım. Yıllarca oturduğum masayı, karanlık oda artık gereksiz olduğu için çay ocağına dönüştürülen bölümü, gececilerin mekanını gezdim, eski hatıralara daldım.
Demek ki hatıralar şimdi bir kapının ardında kilitli…
Üzgünüm demek meramımı anlatmaya yetmiyor. Yarım asır Ege'nin sesini duyurmaya çalışan bir mekân demek ki şimdi ıssız…
Her geçen gün daha ıssızlaşıyoruz. Hatıralarımız bile bir kilide kurban. İçimizde fırtınalar esiyor, söyleyecek çok şey var, ama zamanı değil...