Aidiyet duygusunun matah bir şey olduğunu sanıyorsanız aldanıyorsunuz.
Bir kalabalığa, topluluğa, partiye, lidere tüm benliğinizle tapınırcasına bağlıysanız ve "benim aidiyet duygum çok yüksektir" diye ortalarda kasıla kasıla dolaşıyorsanız, aslında korkuyorsunuzdur.
O kalabalıklardan "şutlanma", aforoz edilme korkusu sizi tir tir titretmektedir. İtaat etmek sizin için kurtuluştur.
Giderek korku sizi daha vahim bir adrese sürükler, artık biat etme zamanına varmışsınızdır. Hatta çoğu kez sürüklenmez, koştura koştura gidersiniz.
Gözünüz kör, yüreğiniz taş olmuştur.
Hiçbir acı, hiçbir gerçek, hiçbir utancın gücü, sizi "ayıltmaya" yetmez. Sizin de ayılmaya hiç niyetiniz yoktur ya...
George Orwell'ın dediği gibi, her şeyi yutuyor ama hiçbir zarar görmüyor, üstelik aklınızı da kaçırmıyorsunuz.
Her kanalda "gazeteci-yazar" bolluğu. Hangi arada gazeteci olmuşlar? Bunları herkes tanıyor da bir tek ben mi salak kaldım. Bilmedikleri konu yok. Ekonomi, siyaset, felsefe, insan hakları onlardan soruluyor. "Bir tarafı" kızdırmayacak tümcelerin hepiciğini hatmetmişler. Şenler, şakraklar, hiçbir şey yokmuş gibi, her yer güllük gülistanlıkmış gibi...
Yalnız onlar mı?
Yıllardır tanıdıklarımız, bildiklerimiz, çok mu farklı? Nasıl kıvranıyorlar, nasıl bocalıyorlar, nasıl acınasılar.
Gerçek gazeteci Celal Başlangıç, Gazete Duvar'daki yazısında, "Yarın insanların yüzüne nasıl bakacaksınız" diye sormuş.
İletişim Fakültesi öğrencilerinin "Medya ve 15 Temmuz" konulu panelde konuşmacıları nasıl terlettiklerini anlatmış.
Öğrenciler, sorularıyla, yapılanın "ne menem" bir gazetecilik olduğuna açıklık getirilmesini istemişler. İçlerinden biri, Aladağ’da yanarak ölen kız çocuklarıyla ilgili haber verilirken “Burası Süleymancıların yurdu” diyen acılı bir babanın sözlerinin sansürlenmesinin hesabını sormuş. Bir diğeri, “Taybet ana bir hafta sokakta kaldı haber yaptınız mı? 0-12 yaş arası 300 çocuk öldü bölgede tek bir haber yaptınız mı?” diye kükremiş.
Gazetecilik gerçek manasını yitirince, güvenilirliği de itibarı da kalmadı. Haber, haberden bihaber, etikten bihaber, vicdandan bihaber insanların elinde oyuncak oldu. Birilerini memnun etmenin adı oldu gazetecilik.
"Her şey tıkırında"yı oynayan gazeteci kılıklılara ve bazı yetkililere en somut tokadı hükümetin içinden hem de en yetkililerinden Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek vuruyor:
"Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra belki de en sıkıntılı, en zorlu bir dönemden geçiyoruz."
Hem çok zor hem çok acılı günler...
Çocuklarımızın, gençlerimizin ölümleri sıradan haberlere dönüştü. İş yerlerinde, okullarda, kurslarda, yurtlarda, dağlarda ölüm kol geziyor.
Kimileri "kader" diyor.
Bu nasıl bir kader ki hep yoksulları vuruyor, ölümler, acılar hep onlara düşüyor.
Zamlar yağmaya" başladı. Dolar'ın tavan yapmasına burun kıvıran "bilmişlerin" kulakları çınlasın.
Aydınlar, gazeteciler, milletvekilleri hapiste gün sayıyor.
Acılara tutuna tutuna yürümeye çabalıyoruz. Ayakta kalmaya direniyoruz.
Onca yalan, dolan, palavra, pişkinlik, iki yüzlülük arasında aklımıza mukayyet olmanın ne zor olduğunun farkına varıyoruz.
Bazı geceler düşünüyorum.
Bu acılı ve çok zor günleri nasıl atlatacağız?
Sabahın gerçekten bir sahibi var mı?
Var mı?