Tüm Türkiye, ülkenin topyekûn kadınla olan meselesini, düşmanlığını, nefretini konuşuyor.
Sibel Can’a bile bu konuda mikrofon tutuluyor.
Bir yandan sokaklarda iki kadın yan yana gelecek diye ödleri kopuyor, üniversite eylemlerine göz açtırmıyorlar.
Diğer yandan ana akımın magazin ünlülerine durmaksızın aynı soru soruluyor: Kadın cinayetleri hakkında ne düşünüyorsun? Kendini güvende hissediyor musun?
Türkiye için bu düzeyde bir seslilik hâli, tuhaf!
Çok tuhaf!
Kadın cinayetlerinin politik olduğunu düşünüp son günlerde ana akımda sürdürülmesine ‘izin verilen’ bu gündemlilik hâlinin rastlantıdan ibaret olduğunu düşünecek değiliz!
Sonuçta iki dudağın arasından “bu konu kapansın” denmesine bağlı o soruların akıbeti, biliyoruz. Dün gelmedik Türkiye’ye!
Bir yandan (en azından şimdilik) emaresi bile olmayan ama sanki üçüncü dünya savaşına girmemiz an meselesiymiş gibi, İsrail-Türkiye konusu hükümetin daha doğrusu bizzat Cumhurbaşkanı’nın dilinde.
Diğer yandan Devlet Bahçeli emaresi bile olmayan (en azından şimdilik) bir barış sürecine kalkışmışlar havasında. Dışarısı yanarken -ki geçen ay yanmıyor muydu- içeride birlik olmaktan söz ediyor, Kürtlerle…
Bir sürü korku, bir sürü endişe pompalanıyor gibi ve ardından da ‘mecburi’ bir aradalık hâli gelecekmiş gibi…
Tuhaf evet.
Fazla tuhaf…
Bu ülkede kadın meselesine sahip çıkıp, kadın hareketine destek veren her kim varsa iktidara muhaliftir.
Çünkü kadınların itildiği bu değersizleştirme hâli, 22 yıllık AK Parti iktidarının bilerek ve isteyerek hayata geçirdiği eseridir.
Bile isteye yaratılan bu yozlaşmanın, çürümenin, erkek egemenliğin cehalet ve hamasetle yoğurulmuşluğunun da bir sonucudur bu.
Türkiye’de erkek, 22 yılın sonunda resmen de ‘üstün vatandaşlık’ mertebesine oturtulmuştur.
Kadın bu kast sisteminin en alt sıralarına konumlandırılmıştır.
Kadına yönelik işlenen suçlarda hep bir ‘ama’ ve ‘fakat’ aranır.
Failler için ‘iyi hâl’ en kolay ulaşılan mertebedir.
Saldırıya uğramış kadınlar için hemen sorarlar; “ne giymişti, içkili miydi, uygunsuz bir durum var mıydı?”
Kadın -öldürülse dahi- ilk önce kendisine saldıran erkek karşısında masumiyetini kanıtlamak zorundadır.
Tıpkı Âdem ve Havva’dan kalan, “Bu masum bu işe nasıl sürüklendi” diye, önce ona bakılan bir hâle getirildi ülke!
Neredeyse kadınlara recm cezası kapıda!
Her ne kadar kabul etmek zor olsa da bu yaşadıklarımız Türkiye’de değişen rejimin çekilen net bir fotoğrafıdır.
Demokrasi çoktan yok olup giderken, hiçbir söz konuşamayan ülkemizde şimdi tüm toplum tek bir ağızdan “bu ülkenin kadınlar için güvenli olmadığını, kadınların korkmakta ne kadar haklı olduğunu” konuşmaktadır.
Devletin tek bir yaptırıma dahi yeltenmediği ama korkunun, endişenin bol miktarda ‘serbestçe’ konuşulduğu, kandırmacalı bir ortam…
Hâlihazırda tüm şehirlerde sokaklara çıkan kadınlar iktidarı hedef alırken ana akımda magazin muhabirleri topu ünlü kadınlara atarak sormaktadır; kendini güvende hissediyor musun?
Bu yeni tutumdan haberi olmayan ve Türkiye’de ülkesini de tanıyarak yaşayan ana akım ünlüleri cevaplamakta zorlanır, çünkü bu yapılan resmen bir iktidar eleştirisi olacaktır.
Bunu yapmaya izinleri var mıdır ki?
Zaten verilen cevapların içeriksizliğinden de belli, henüz onlar da bu soruların karşılarına kadar gelebilmesine şaşkın!
Ve maalesef Türkiye gibi aşırı gerilemiş ülkelerde -Amerika’dan öğrenilmiş- politik olarak pompalanmak istenenin ünlü isimler üzerinden yapılması işi, hani artık alfabenin abc’si düzeyinde iyi bildiğimiz bir yöntem.
Neyse...
Sonuçta ölüyoruz, öldürülüyoruz.
Kapımızı tedirgin açıp kapatıyor…
Sadece karanlıkta da değil gündüz gözüyle dahi sokakta yürürken çevremizi kolluyoruz.
Çantamızda bize zaman kazandıracak alet, edevatla dolaşıyoruz.
Çoluğumuz çocuğumuza öz savunma yolları anlatıyoruz.
Sadece kadın olmak ayrı, bir de yaşamın getirdiği, ülkenin de keskinleştirdiği onlarca endişemiz daha var heybemizde!
Durumumuz vahim!
İmdat diyoruz.
Ama duyan var mı?
Duyan olacak mı?
Siyaseten elle tutulur, gözle görülür düzeltmelere gidilecek mi?
Yoksa bu konu magazin ünlülerinin “Çok korkuyoruz biz kadınlar olarak” demeçleri ile mi sınırlı bırakılacak?
Daha fazla korku daha da az yaptırım mı olacak?
Toplumun yüksek gerilim düzeyinde yaşadığını da göz önünde bulundurursak, son bir soru ile yazıyı bitirelim; daha fazla korkmak, korkutulmak, korkunun büyüklüğü kime ve neye yarayacak?
Tuğçe Tatari kimdir?
Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu.
Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk'te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı.
Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF'nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına "mesafeli" durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. "Eski ana akım medyada yasaklı" konumuna gelen ve izleyen dönemde T24'te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari'nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen "yasaklı yayınlar" arasında bulunan "Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim" adlı bir kitabı bulunuyor.
|