29 Haziran 2021

Önce ateşli itirazlarımız ölüyor, sonra topyekûn ölüyor, öldürülüyoruz

Bir ülke karanlıklara taksit taksit, ama sonuçta tümden gömülür. Çünkü biz topyekûn kaybetmekte olduğumuz haklarımıza topyekûn sahip çıkamamışızdır…

2014 yılında tıpkı birçok konuda olduğu gibi yine kısa süren ve fazlasıyla yüzeyselde kalan bir tartışmalı gündemimiz olmuştu, hatırlatayım; "Türkiye polis devleti mi oluyor?"

Büyük laflar, güzel analizler, tespitler hızla yerini bir başka konu-konulara terk etmiş, bu önemli ve hepimizin yaşamsal fonksiyonlarını tehdit eden 'yeni dönemi' de hızla kabullenmiştik.

Kabullenmiştik derken, elbette sözel olarak bir kabullenme söz konusu değildi ama peşini bıraktığınız, uğruna mücadele etmediğiniz bir konuyu kazanmanız mümkün olmadığı gibi konunun fiziksel tarafı olmayı bırakmayı kabullenmek anlamına da gelir.

2014 yılında 'iç güvenlik reformu' adı altında ortaya sürülen polisin yetki ve eylemlerini genişleten bir paketti bu.

Hukuk devletinden ayrılıp polis devletine geçiş yaptığımızın belirgin dönemeçlerindendi.

Bazı önemli hukukçular uyardı.

Mesela Fikret İlkiz'in "Bu reform polis devletine dönüştür, bu tercih nedeniyle bir gün koruyacak özgürlüğünüz de kalmayacaktır" açıklaması arşivlerde…

Maalesef kısa sürede hızla arşiv olmuştu o uyarılar; şimdi açıp tekrar tekrar okuyup, kendimizi eleştirmekten başka ne yapabiliriz diye de düşünülmesine yardımcı olabilir.

O günlerde Gezi, Kobane gibi dönemeçlerden geçen ülkede esas hedefin 'sokak eylemleri' olduğu yönünde yorumlar oldukça ön plana çıkıyordu.

Şimdilerde 'alternatif iktidar' taliplisi olan dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu da tabii bu reform paketini demokratik bir lisana büründürerek canhıraş savunuyordu. Sadece savunmakla da kalmıyor "Gösteri yapma hakkı demokratik bir haktır engellenemez. Şayet biri engellemeye yeltenecek olursa önce önüne ben geçer, engellediği yerde gösteri yaparım" diyordu.

Yazının başında da dediğim gibi bir ülke geleneği olarak o da yüzeysel bir tartışmaydı, çabucak da unutuldu.

O paket de diğer birçokları gibi yürürlüğe girdi, bizler başka şeyler tartışıyorduk muhtemelen.

Şimdi 2021 yılında Türkiye'de toplantı ve gösteri yapılamıyor.

Yapmaya yeltenenin ağzını yüzünü kırıyorlar.

Polis, ister kadın hareketi…

İster işçiler…

İster LGBTİ+…

İster bir toplumsal olay karşısında tepki vermek isteyen vatandaş…

İster okuluna kayyım atanmasına itiraz eden üniversite öğrencileri…

Her kim sokağa çıkarsa ulu orta dayaktan, işkenceden geçiriyor, yerlerde sürüklüyor ve bunu gizleme ihtiyacı dahi duymuyor.

O anları görüntülemek isteyen gazetecileri de neredeyse öldürmeye yelteniyor.

İşte daha yeni yaşandı; Onur Yürüyüşü'nü görüntülemeye çalışırken foto muhabiri Bülent Kılıç'ı boğazına diz bastırmak suretiyle öldürmeye yeltendiler.

Ahmet Davutoğlu da evinden kalkıp koşarak olay yerine gitmedi doğrusu, yıllar önce Başbakan'ken verdiği sözü tutup eylemcilere kendini siper etmedi. Zaten büyük ihtimalle verdiği sözü kendi dahil kimse hatırlamıyor. Sonuçta yüzeysel tartışmalar öyle olur. Sonuçta kimse bir şey hatırlamaz!

Buraya kadar yazdıklarım işin iyi yanı.

Daha kötüsü-kötüleri de var.

Nasıl iyi kalabilir bu felaket tablo, diyeceksiniz…

Haklısınız da ama hiç değilse bu tablo gözümüzün önünde yaşanıyor, gündem oluyor.

Bir de vatandaşın polisle yaşadıkları var.

Elbette her polis şiddeti, cinayeti politiktir. Ancak dar anlamda 'politik' olmayan sıradan polis zorbalığı, polis cinayetleri var!

E bir ülke polis devleti olduğunda bunun ceremesi sadece bildiğimiz anlamda politik etiketler taşıyan konularda çekilmez şüphesiz.

Ülkenin her yerine, iliklerine kadar işler.

5 Haziran gecesi Esenyurt Polis Karakolu'nda yaşanan bir 'faili meçhul' olay anlatacağım şimdi size.

Birol Yıldırım 42 yaşında, üç çocuk babası, özel bir sitede güvenlik amiri olarak çalışıyor.

Sitede yaşanan bir tartışma karakolda, gözaltında bitiyor.

Yıldırım'a bağlı iki güvenlik çalışanı da gözaltına alınanlar arasında.

Çalışanlarının akıbetini öğrenmek için saat 23.19'da karakolun önüne gidiyor.

O esnada kayıtta olan kameralardaki görüntülere göre, polis memurlarıyla konuştuğu, bir polis memurunun arkasından tuttuğu ve birçok memurun da karıştığı bir arbedenin ardından Yıldırım kollarından tutularak karakola sokuluyor.

Karakolun içinde yer alan güvenlik kameralarında saat 23.23'ü gösterdiği sırada memur ve Yıldırım arasındaki tartışmanın içeride de sürdüğü, saat 23.32'de ise ite kaka yemekhaneye sokulduğu görülüyor.

Yemekhane ve avukat görüş odasında kamera yok.

İçeride ne yaşandığı bilinmiyor.

23.45'te polis memurları yemekhaneden topluca çıkarken tekrar görüntüye giriyorlar. Memurlardan biri elinin üzerini ovuyor, biri yumruğunu sıkarak başka bir polis arkadaşına gösteriyor, getirilen buzu eline koyuyor.

23.47'de komiser yardımcısı da yemekhaneden çıkarak kameranın görüntü alanına giriyor.

Birol Yıldırım içeriye sokulduktan bir saat sonra bir kadın sesi kayda yansıyor, "Nabız alamıyorum" diyen sesin ardından ambulans çağrılıyor.

Ambulansın gelişi 45 dakika sürüyor.

Ambulans gelmeden hemen önce karakolun kapısına çıkan ve olay anında da orada olan polis amiri beklemekte olan insanlara "Birol Yıldırım adlı şahısın bana hakaret ve küfür ettiğini duydunuz değil mi" diye bağırıyor.

Yıldırımın ölüm saati kayıtlata 04.00 olarak işleniyor.

Ailesi darp edildiği, işkence gördüğü, hatta öldürüldüğü görüşünde.

Polisler "Bekleme odasında kalp krizi geçirmiş" diyor.

Konu savcılıkta 'araştırma' aşamasında…

Ve sonuçta ülke yerinden oynamıyor, polis tarafından öldürüldüğü kuvvetle muhtemel Birol Yıldırım, ailesinden ve üç çocuğundan başka kimsenin konusu değil, gündemi değil!

Bırakın gündem olmayı, hakkında çıkan haber sayısı üçü beşi geçmez.

Ha diyeceksiniz ki gündem olsa ne olur?

Gündem olsa, iki yüzlü bir duyarlılıkla bir süre dosyası her kesimce takip edilir, sis perdesi tam aralanmasa da bir-iki günah keçisi bulunur, duyarlı aktivistler aileye sahip çıkar, hiç değilse kayıpları ve mağduriyetleriyle bu kadar baş başa kalmazlar.

Tıpkı 2014 yılında 'polis devleti'ne dönüş an meselesiyken olduğu gibi bir başka can alıcı konuya kadar Birol Yıldırım'ın hakkını arayan birileri olur hiç değilse!

Ama işte o kadar bile şanslı değiller.

Bir ülke kaybederken topyekûn kaybeder.

Bir ülke karanlıklara taksit taksit, ama sonuçta tümden gömülür.

Polis gözler önünde insan öldürmekten, cinayetlerin ipuçlarını yalapşap toplamaktan (Bkz. Deniz Poyraz), gazetecilerin nefesini kesmeye çalışmaktan (Bkz. Bülent Kılıç), gösteri ve protesto hakkını kullananların kafasına gözüne copla vurmaktan (Bkz. 2021 Onur Yürüyüşü ve önceki yürüyüşler) çekinmez…

Çünkü biz topyekûn kaybetmekte olduğumuz haklarımıza topyekûn sahip çıkamamışızdır.

Çünkü biz hâlâ bir yerlerde yaşanan olayları münferit, kişiye özel ve hatta bazen 'bize özel' sanmaya devam etmekteyizdir.

Oysa topyekûn ölmekte, öldürülmekteyizdir.

Yazarın Diğer Yazıları

Olası barış sürecine nasıl destek olabiliriz?

Bilmediğimiz, anlamadığımız, doğrulatamadığımız, muhatapların da anlamaya çalıştığı, belirsiz, ‘ağır çekim’ bir süreçteyiz. Evet barıştan yanayız, aksi düşünülemez bile. Ancak bu koşullarda ve bu aşamada barış için verebileceğimiz tek destek, sadece sessizce izlemek olacaktır…

Yoksa sen de bir kadın düşmanı mısın?

Kadına şiddeti kınamak için eylem yapan kadınlara devlet eliyle yine şiddet uygulandı. Bunlar yaşanırken sokaklarda eyleme katılan kadınlara hırsla saldıran sivil erkekler de vardı… Soruna “ama’lı, fakat’lı” yaklaşan her kim olursa olsun, onu derhal yaptığı kadın düşmanlığıyla yüzleştirmeniz gerekir

Artık kabullensek iyi olur, sosyal medyaya hapsedilmiş sefilleriz!

Haber verme, haber alma hakkı elden alınmış, ülke rejim değiştirmiş, açsın açıktasın ama sen hâlâ kim hangi konuda ne dedi ne demedi takibindesin. Sosyal medya etkili bir iletişim aracıdır kabul… Ama sen ‘göstermelik tepki’ ile ülke kurtaramazsın kardeşim. Zaten böyle böyle kaybettin elinde avucunda olanı… Biz bu saçları tweet atarak tepki verme hobisiyle beyazlatmadık!

"
"