14 Şubat 2023

Tanımadığım bir Ahmet’e mektup

Bildiğim tek şey, senin, köylülerin gibi Hatay’da bir enkazın altında ölmediğin!… Evet, doğru, yıkılacağını bilerek bina inşa edenler, gerekli denetimi yapmayanlar ya da önlem almayanlar, görevlilerin şehre geç gelmesine neden olanlar on binlerce insanın ölümüne sebep oldu. Fakat seni deprem öldürmedi Ahmet! Seni kim öldürdü?

Ahmet,

Bu mektubu sana Ankara’dan yazıyorum. Hiç tokalaşmadığımız ellerine ulaşmayacağını bilerek, bu satırları okuyacak gözlerinin bir battaniyeye sarılı olduğunu duyarak, cansız bedeninin yaralar aldığını görerek, nefessiz kalan kelimelerine bir cevap hakkı verilmediğini bilerek. Aynı dilde konuştuğumuzu bilmesem de aynı toprakta yaşadığımızı, aynı toprağa gömüldüğümüzü unutmayarak.

 Belki bir Arap Alevi, belki Yörük bir Türkmen, belki bir Kürt, belki de savaştan kaçmış Suriyelisin. Ne fark eder ki Ahmet! Senin yaşadığın şehir yok olmuş, belki arkadaşların, belki sevdiğin kadın ölmüş; dostların, akrabaların yaralanmış...

 Seni tanımıyorum Ahmet! ‘İyi’ ya da ‘kötü’ bir insan olup olmadığını bilmeden okuduğum haberlerle, uzaktan gördüğüm fotoğraflarla, ölümünün ardından yazılmış resmi bir tutanakla, senin hakkını arayan avukatlarla ve yasını tutan depremzede babanın çığlıyla soruyorum: Peki sen nasıl öldün Ahmet?

 Bildiğim tek şey, senin, köylülerin gibi Hatay’da bir enkazın altında ölmediğin!… Evet, doğru, yıkılacağını bilerek bina inşa edenler, gerekli denetimi yapmayanlar ya da önlem almayanlar, görevlilerin şehre geç gelmesine neden olanlar on binlerce insanın ölümüne sebep oldu. Fakat seni deprem öldürmedi Ahmet! Seni kim öldürdü?

 Diyelim ki devletin anlattığı gibi; enkaz altındaki şehrinde bir suç işledin, ötekinin malına, berikinin hakkına girdin, hırsızlık yaptın, ‘yağmacı’ oldun, jandarma geldi ve seni gözaltına aldı.

 Diyelim ki babanın anlattığı gibi; jandarma, abini hırsızlık iddiasıyla gözaltına almak için köyünüze geldi, havaya ateş açtı, abini istedi, sen de ‘ne oluyor’ diye itiraz edince seni de gözaltına aldı.

 Aslında ne fark eder ki Ahmet! Sen doğru ya da yanlış bir şekilde ‘sadece’ gözaltına alındın. Belki azılı bir suçluydun, belki suça karışmak zorundaydın, belki sen de abin de masumdu... Yapmaları gereken ‘şüpheli’ olarak ifadeni almak ve seni savcılığa sevk etmekti… Ancak! İddia o ki önce masumiyet karinesi çiğnendi, sonra sorgulama başladı: Seni yargılayacak adalet, bu ülkenin adliyelerine değil karakollarına kuruldu.

 Diyelim ki devletin anlattığı gibi Ahmet! Senin hakkında ‘yağmacı’ kararını veren halk, sokak ortasında seni linç etti, yaralandın, sonra gözaltındayken de ‘beni bırakın’ diyerek kafanı duvarlara vura vura kendini öldürdün. Sana tekme atan komşun adaleti sağladı mı Ahmet? Suçun cezasını buldu mu şimdi? Peki seni karakola götürdükten sonra jandarma ne yaptı Ahmet? O odadaki kolluk güçleri, sen kendini öldürürken, seni mi izledi?  

 Diyelim ki babanın anlattığı gibi Ahmet! Seni ve abini çırılçıplak soyup sorguya aldılar. Haya burma işkencesi yaptılar, ıslatarak dövdüler, tecavüze kalkıştılar. Gözlerinin içine bak baka işkence yaptılar, döve döve öldürdüler seni. Kaç kişi dövdü seni Ahmet? Kaç kişi öldürdü? Kaç kişi ölümünü izledi? Abin gördü mü öldüğün anı Ahmet? Sen gördün mü ölmeden abini?

 Şimdi ne dersek diyelim Ahmet, cümleyi hangi özneyle kurarsak kuralım, hangi anlatıya inanırsak inanalım hiçbir şey değişmeyecek: Seni deprem değil işkence öldürdü Ahmet! Seni işkencede öldürdüler ve ölümünü izlediler!

 Ah Ahmet…

 Bütün ülkenin üzerinde bu enkaz, kimimiz fiziken ölmüş, kimimiz vicdanen. Bir gün, ne kadar büyük olursa olsun, biz bu enkazı kaldırırız, ölülerimizi gömer, yaralılarımızı iyileştirir, hesabımızı sorarız. Belki önlem alır hazırlıklı oluruz, belki bir daha olana kadar depremi unuturuz. Doğal afetlerle gücümüz yettiğince, devletin tüm eksiklerini kapatarak, kendi kendimize de olsa hep birlikte uğraşırız. Peki ya doğal olmayan afetler? Peki ya doğru zannedilen yanlışlar? Peki ya sokaktaki ya da sosyal medyadaki linç? Peki ya karakoldaki işkence? Peki ya yargısız infazla öldürülen Ahmet, Ahmetler? Burada da hep birlikte adaletsizliğe, linçe, işkenceye dur diyebilir miyiz?  

Tufan Taştan kimdir? 

Tufan Taştan, senarist ve yönetmen. Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü’nden ve çift anadal ile İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. 2010 yılında kuruculuğunu üstlendiği Yapım-eki bünyesinde ödüllü kısa filmlere imza attı. Sen Ben Lenin(2021) senaryosunu Barış Bıçakçı ile birlikte yazığı ilk uzun metraj sinema filmidir.

Yazarın Diğer Yazıları

DTCF Tiyatro!

Bugün, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü... Yüzyıllardır tanrılara, krallara, padişahlara karşı durarak bugüne gelen tiyatro sanatı için küçük, bu topraklar için büyük bir kale olan DTCF Tiyatro'ya, hocalarımıza ve öğrencilerine adaleti verin. Tiyatroya adaleti verin ki Dünya Tiyatro Günü bu ülkede de kutlu olsun

Islıkla söylemişim umutlarımı

Ben mahallede sinek aracının arkasından koşarken onların ezgileriyle ıslık çaldım, lisede gizlice ilk sigaramı içip ilk kez âşık olurken onların kelimeleriyle açıldım, üniversitede saf kötülüğe karşı haykırırken onların şarkıları slogan oldu meydanlarda, onların şiirleri pankart

Ankara'da neden sanat merkezi yok?

Ankara tarih boyunca bir okul işlevi görmüş. Tiyatrodan edebiyata, sinemadan müziğe kadar sanatın tüm disiplinlerinde yaşamış ve yaşatmış. Şehrin denize çıkmayan sokaklarında pek çok sanatçı yetişmiş, denizi hayal etmiş, okyanusu yaratmış. Fakat sonra her güzel hikâye gibi memleketin makus tarihi Ankara'yı da derinden etkilemiş. Peki ya şimdi?