Mahallemizdeki hastanede yenidoğan bebeklerin ağlamadan öldürüldüğü, sokakta selamlaştığımız kadınların arkadan vurulduğu, oyunlar oynadığımız kız çocuklarının ansızın kaçırıldığı, masum gözlerle bize bakan köpeklerin kaybedildiği günler... Seçtiğimiz belediyeye kayyım atandığı, komşularımızın kirayı ödeyemediği için taşındığı, arkadaşlarımızın yıllarca demir parmaklıklar ardında unutturulmaya çalışıldığı, otobüs duraklarında patlayan bombaların yankılandığı zamanlar… Kimi grevde çıplak ayakla yürürken, kimi intiharın eşiğine gelirken, sahipsiz silahlar ateş alıp, adressiz kurşunlar penceremize isabet ederken, insan nasıl yaşar ki?
Muktedirlerin üzerimize bedenen ve ruhen yığdığı bu karanlıkta, yalnızca uyuyup uyanmaya çalışıyoruz. Nefes alabilmek bile bir başarı; dost sohbetinde gülümseyebilmek, arkadaşlarla dertleşebilmek, aileyle aynı sofrayı paylaşabilmek, sevdiğinle sinemaya gidebilmek birer kazanım. En temel duygularımızı yitiriyoruz bu kasvetli siyasetle. Siyaseti değiştirecek duygularımız, eyleme geçmeden kayboluyor. Artık şaşıramıyoruz, duyduğumuzda anlayamıyoruz, dokunduğumuzda hissedemiyoruz, gözlerimiz bulanık görüyor. Adeta sarhoş olmaya çalışıyoruz. İçip içip her şeyi unutmak, utancımızdan kaçmak, vicdanımızı bastırmak, hiç değilse bugünü kurtarabilmek istiyoruz. Ve sabah olduğunda, daha kötüsünü görmemek umuduyla Allah’a inanmaya başlıyoruz.
Sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler
yalan her şey gibi
aşklarınız da.
yaşamı ölüm
diye anlatıyorlar size
yalanı gerçek diye.
ne leylakların
tomurundan
haberiniz var
ne önünüzden
kara bir tabut
gibi geçen geceden.
sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler
yalan aşklarınız
da.
Behçet Aysan, ‘Sevmeyi unutanlar için’ adını verdiği bu şiiri, Sivas Katliamı’nda diri diri yakılmadan önce yazmıştı. Yaşamak ve sevmek için direndiği o günlerde, her şeye rağmen sevebilmenin izini sürerken… Bugün ise sevmek, nasıl yaşandığını unuttuğumuz bir duygu haline geldi. Bir insanı ya da bir canlıyı yeniden sevmek mümkün mü? Bir kadını ya da bir erkeği sevmek istiyoruz, bir çocuğun gözlerinde gülmek, bir sokak köpeğiyle oyun oynamak, mahalledeki bakkalın hatırını sormak, taksiciyle sohbet etmek, tanımadığımız birine selam vermek istiyoruz… İnsanların yalnızca öldürülmemesini istediğimiz bu topraklarda, sevmek öylesine kırılgan bir eylem kalıyor ki, kelime artık anlamını yitiriyor, eriyip gidiyor, kayboluyor…
Daha eskiye duyduğumuz özlem, içimizde giderek büyüyor. Arıyoruz, bazen bir gün öncesini, bazen yıllar öncesini hatırlıyoruz. Sanki nefes almaya devam edebilmek için zamanı ileriye değil de geriye akıtıyoruz. Devlet okulunun bahçesinde abilerle top koşturduğumuz, kiralık evimizde gazeteden kupon biriktirdiğimiz günler gözümüzde canlanıyor. Çaya bisküvi bandığımız anların sevinci, beslenme çantamızdaki heyecan. Elimizde elma şeker, cebimizde misketlerle annemizin fırlattığı terlikten kaçışımız, sinek ilaçlama aracının peşinden koşuşumuz. Kontörlü telefonla çaldırıp kapattığımız aşklarımız, kelimenin değerli olduğu ilişkilerimiz. Pazar akşamları çekirdek çitleyerek izlediğimiz filmler, ağız dolusu kahkahalar, dertli iç çekişler. Sobada kızarttığımız ekmeğin kokusu, camideki çeşmeden içtiğimiz su, tavuk dönerle umut arayışlarımız. Hafızamızdan silinmeyen eylemler, pos bıyıklı amcalar, sloganlar ve türküler. Hayata inandığımız, kahvenin tadını aldığımız, edebiyata güvendiğimiz, ağaç gölgesinde soluklandığımız, kardan adama atkı taktığımız günler… Güzel anılarla bugünü yaşatmaya çalışıyoruz ama olmuyor. Bizden önceki nesilleri saygıyla anarken, bizden sonrakiler için korkuyoruz ve bu süreçte kendimizi iyice yok sayıyoruz.
İktidar yalnızca ülkeye değil, bedenimize ve ruhumuza da nüfuz ediyor. Yukarıdakilerden iyi bir söz duyduğumuzda, ertesi gün başımıza neler geleceğinin kaygısını taşıyoruz. Tedirgin oluyoruz. İyi bir kelimenin ardından gelecek kötülüğü bekliyoruz. Ne yaşayacağımızı tahmin bile edemiyoruz. Barış dediklerinde, nasıl bir savaşa uyanacağımızın kâbusunu görüyoruz. Anayasa dediklerinde, bizi koruyan hangi maddelerin kaldığını düşünüyoruz. Özgürlük dediklerinde, dışarıda olanları parmakla saymaya başlıyoruz. Demokrasi dediklerinde, henüz kayyım atanmamış belediyeleri hatırlıyoruz. Adalet ve vicdan kelimelerinin anlamını yitireli ise çok uzun zaman oldu…
Ahvalimiz budur. Barıştan, özgürlükten, demokrasiden ve adaletten söz edemediğimiz günlerde, sevmekten bahsetmek zor, yeniden sevmekse imkânsız. Yalanın gerçek, yaşamın ölüm diye anlatıldığı bu coğrafyada sevmeyi çoktan unuttuk kardeşler.
Tufan Taştan kimdir?
Tufan Taştan, senarist ve yönetmen. Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden ve çift anadal ile İletişim Fakültesi'nden mezun oldu. 2010 yılında kuruculuğunu üstlendiği Yapım-eki bünyesinde ödüllü kısa filmlere imza attı. Sen Ben Lenin (2021) senaryosunu Barış Bıçakçı ile birlikte yazığı ilk uzun metraj sinema filmidir.
|