15 Şubat 2022

İşçi mücadelelerine sessiz kalan "demokrat" olur mu?

Halkın demokrasi bağlamındaki beklentileriyle örtüşen ve geniş yığınlarda destek ve heyecan uyandıran bu eylemler karşısında, kimi TİP ve HDP üyeleri hariç olmak üzere muhalefetin çoğunluğu üç maymunu oynadı

Günümüz dünyası sözde demokratik bir dünya. Devletlerin ezici çoğunluğunun anayasalarında "demokrasi" yazılı. Demokrasi, siyasetçilerin ağzından hiç düşmüyor. Kimse sorsanız demokrat olduğunu iddia ediyor. Fakat çoğunun demokrasiden anladıkları şey, dört beş yılda bir sandığa gidip oy verilmesinden ibaret. Gerçi ona bile medya manipülasyonları ve seçim hileleri eşlik ediyor. Pek çok ülkede başta gazeteciler olmak üzere pek çok muhalif isim hapsediliyor, muhalif protestocular dövülüyor ve baskılanıyor. Bu türden sorunlar demokrasiyi, yani "halkın kendi kendine yönetme" düzenini "ismi var cismi yok" bir şey hâline getiriyor. 

Fakat bu durum dahi insanların demokrasi özleminin azaldığı anlamına gelmiyor. Demokrasi bir yandan cari olmaktan çıkarken, diğer yandan kitlelerin ona olan özlemi de artıyor. 

Bu, benim değer yargım sanılmasın. Bu konuda çok sayıda araştırma var ve bunu doğruluyor. 

Örnek vereyim.

Demokrasi algısı ve ekonomi

Alanın saygın araştırmalarından biri olan Demokrasi Algısı Endeksi her yıl farklı ülkelerden insanların demokrasi algısına ilişkin bir rapor yayımlıyor. Endeks'in son verilerine göre dünya nüfusunun yüzde 81'i demokrasiyi hâlâ önemli görüyor. Fakat demokratik bir ülkede yaşadığını düşünenler dünya nüfusunun yarısının altına inmiş bulunuyor. 

Bu yüzde 30'luk fark, olan ve olması gereken yönünden oldukça yüksek. 

Türkiye'deki durum ise daha da düşündürücü. Endeks verilerine göre Türkiye'de demokrasiyi önemli görenlerin oranı yüzde 89'a (bir önceki yıl yüzde 77 idi) çıkmış durumda. Buna karşılık, Türkiye'nin bir demokrasi olmadığını düşünenlerin oranı yüzde 45 düzeyine gerilemiş görünüyor. Yani toplumun talepleri ile ülkenin yönetimi arasında gitgide büyüyen bir açı var. 

Endeks, bu açığın nedenlerini de sorguluyor. Toplumların demokrasi açığının kaynağını nerede gördüğüne ilişkin de veriler sunuyor. Bunların arasında "dış güçlerin müdahaleleri", "seçim manipülasyonları" veya "ifade özgürlüğü baskıları" gibi çeşitli nedenler sıralanmış. Fakat bunların hepsinden (en az yirmi puan farkla) daha yaygın yanıt "ekonomik eşitsizlik". 

Türkiye'de bu oran, dünya ortalamasından da yüksek. Araştırmaya göre toplumumuzun yüzde 68'i sınıfsal ayrımların demokratikleşmeye set çektiğine inanıyor. Son gelişmelerle birlikte bu oranın daha da arttığını tahmin edebiliriz.

Bu, hapisteki gazetecilerle veya seçim süreçlerindeki hukuksuzluklarla vb. antidemokratik meselelerle beklediğimizin altında ilgi gösteren toplumun neye konsantre olduğunu göstermesi açısından önemli bir veri. Ekonomik hayattaki demokrasi talebi ve bu talebin odaklandığı çelişkiler, görünen o ki (örgütlü biçimde dile getirilmese de "sessiz çoğunluk" açısından) diğer bütün çelişkilerden önce geliyor.

Bu nedenle demokratların, "ekonomik hayatın demokratikleşmesi" meselesine dikkat kesilmesi önem taşıyor.

Ekonomik hayatın demokratikleştirilmesi

"Ekonomik hayatın demokratikleştirilmesi", pek çok demokrasi kuramcısının üzerine kalem oynattığı bir konu. Örneğin Yale Üniversitesi'nin ünlü siyaset bilimi profesörü Robert Dahl, adı anılmadan geçilmeyeceklerden biri. Yazar, demokrasiyi ekonomik alana da uyarlamaya cesaret edip cari demokrasinin, salt biçime indirgenmiş mantığının ötesine geçmeye çalışmasıyla tanınır.

"İnsanların çoğu için, çalışma, hayatlarının en önemli bölümüdür" diyen yazarın şu soruları bir hayli anlamlıdır:

Hangi yönetim, gündelik yaşam üzerinde, iş yerinin yönetimi kadar yoğun etkiler yaratabilir? Despotizm, etkilerini daha haince nerede gösterebilir?"

Eğer demokrasi, "insanların, bireysel ve toplumsal hayatlarına dair söz söyleme ve karar verme iktidarına sahip olduğu" bir olacak ise, ortalama bir insanın emeğini ve zamanının büyük kısmını harcadığı, toplumsallaşıp kendini gerçekleştirirken en çok etkileşime girdiği işyerlerindeki söz hakkının özel bir öneme sahip olması gerekmez mi? Teoride gerekir. Fakat pratik hiç de öyle değildir. Çünkü işyerinde herkes eşit değildir. Son söz patronundur. Çalışma düzenine, üretim biçimine ve üretimlerin karşılığına o karar verir. Üstelik patron, iş başına seçimle bile gelmez. Ayrıcalığı, mülkiyetin sahibi olmasından ileri gelir.

Buna rağmen cari demokrasilerde dahi çalışanların işyerindeki kimi kararlara, örneğin emeklerinin karşılığının ne olacağına dair kararlara katılma olanağı, örgütlü ve mücadeleci olmalarına bağlı olarak vardır.

Buna "toplu sözleşme" ve "grev" diyoruz. 

Bu haklar, ayrıntıları bir tarafa bıraktığımızda, çalışanların ekonomik yaşamdaki karar alma süreçlerine katılma talebini ifade ediyor. Bu bakımdan en sahici demokrasi mücadelelerinden birini yansıtıyorlar.

Bu nedenle, özellikle gelişmekte olan ülkelerde demokrasi potansiyellerini sorgulandığında, bu alandaki hareketlere hassasiyetle bakılması gerekiyor.

Yükselmekte olan grev dalgası

Bu mercekten Türkiye'ye baktığımızda, son haftalarda ülkemizde demokrasisi açısından umut verici gelişmeler yaşandı. Erinmeyip öne çıkan bazılarını sayalım.

Somalı maden işçisi emeklileri, Hugo Boss işçileri, Mevsimlik Çaykur işçileri, Destebaşı Grup işçileri, Kayı İnşaat işçileri, Beykoz Belediyesi işçileri, Digitürk işçileri, Lila Kâğıt işçileri, Kıraç Metal işçileri, Shell işçileri ve ataması yapılmayan öğretmenler, emek gündemine dayalı çeşitli nedenlerle eylemler yaptılar. Akkuyu Nükleer Santrali işçileri, Tarsus Sebze Meyve Hali işçileri, BBC Türkçe emekçileri, Çimsataş işçileri, Trendyol işçileri, Hepsijet işçileri, Yurtiçi kargo işçileri, Yemeksepeti/Banabi işçileri, Alpin Çorap işçileri, Ferplas işçileri; Batel işçileri, Erdal Çorap işçileri, Aushra Çorap işçileri, Hopa limanı işçileri, Migros işçileri ve Voestalpine işçileri emeklerine sahip çıkmak ve keyfî işten çıkarmalara dur demek için greve çıktı. Hayat pahalılığıyla boğuşan çalışanların bir kısmı, ücretlerine dair karar alma sürecinin ve sözün sahibi olmak için harekete geçti ve kimi kazanımlar elde etti. 

Bunların her biri, demokrasi hanesine yazılacak türden kazanımlardı. Üstelik bütünlüklü ve birleşik bir demokrasi mücadelesinin de kıvılcımını ateşleme potansiyeli taşıdıkları için de ayrıca değerliler.

Şöyle ki; demokrasi, göreceli bir bağımlılık yaratır. Kendi hayatına dair karar alabilme hakkının tadını bir defa alanlar, bundan kolaylıkla vazgeçmek istemezler. 

Ayrıca ekonomik alandaki demokrasi talebi bulaşıcıdır. Kendileriyle benzer durumda olanların kazandığını görenler onlardan feyz alıp kendi emeklerine ve hayatlarına sahip çıkmak isterler. Dolayısıyla bu grev dalgasının yükselmesi ve örgütlü hâle geldiği denli bütünlüklü bir demokrasi talebine dönüşmesi hayli olasıdır. Fakat bunun için bu talepleri örgütleyecek güçlere ihtiyacımız var. 

İşte bu nokta da kadim bir sorunumuz var.

Parlamento içi muhalefetin sessizliği

Bütün bu süreçte düşündürücü olan şey, parlamento içindeki muhalefet partilerinin yükselen işçi hareketi karşısındaki sessizliği. Halkın demokrasi bağlamındaki beklentileriyle örtüşen ve geniş yığınlarda destek ve heyecan uyandıran bu eylemler karşısında, kimi TİP ve HDP üyeleri hariç olmak üzere muhalefetin çoğunluğu üç maymunu oynadı. 

Bu durum, mevcut ana muhalefetlerin ülkenin önemli virajlarında, bütünlüklü bir demokrasi mücadelesi için yaşamsal önemdeki bir hareketlenmeyi nasıl görmezlikten gelebileceklerini göstermekle kalmadı; bu vesileyle nasıl bir demokrasi tahayyül ettiklerini de göstermiş oldu.

Mevcut iktidar ortağı partilerden kopmuş olan muhalefet gruplarından farklı bir tutum bekleyen pek yoktu. Fakat kendisine "sosyal demokrat" diye CHP'nin bu savruluşu ve sessizliği üzerinde daha çok tartışmayı hak ediyor.

Pek çok nesnel araştırma, demokrasi meselesinin en önce ekonomi politik sorunlardan kaynaklandığını gösterirken, bundan geri durmalarının bir neden olsa gerek. Hele hele muhafazakâr oyları tavlamak için atılan pragmatik adımlar da hesaba katıldığında bu geri durmanın fazlasıyla "ideolojik" nedenleri olsa gerek. 

Tartışmaya buradan başlanmalı…

Yazarın Diğer Yazıları

Kayyım uygulamaları tarihsel yoruma da aykırı

Anayasa’yı koyan kurucu iktidar İçişleri Bakanının belediye başkanlarını geçici olarak görevden uzaklaştırma yetkisini, “görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma veya kovuşturma açılmış olması” koşuluna bilerek ve isteyerek bağlamıştır

Esenyurt Belediyesi'ne kayyım atanması Anayasa’ya neden aykırı?

Bu konu idari yargıya taşındığında, hükmün somut norm denetimi yoluyla Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmesi ve AYM’nin hızlı bir karar alması gerekir

“Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz!”

Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun!

"
"