Geçtiğimiz gün T24'e yazdığım yazıya kişisel e-postalar yoluyla ve Kemal Gözler'in "Altılı Masanın Anayasa Değişikliği Önerisiyle İlgili TOLGA ŞİRİN'E CEVAP" başlıklı yazısı aracılığıyla çok sayıda yanıt geldi. Bu yanıtları, yurttaşlarımızın anayasa konusundaki ilgisini canlandırdığını görerek hayli değerli buldum. Sayın Kemal Gözler'in, makalesine düştüğüm şerhi benim niyet ettiğim biçimde algılamış olmasından ötürü de gayet memnun oldum.
Bizim Kemal Gözler ile olan fikir ayrılığımız, (anlatımını güçlendirmek için kullandığı Putin benzetmesinin bunun ötesinde bir anlam taşıması olasılığı hariç olmak üzere) "parlamentarizm" ve "yarı başkanlık" kavramlarının anlamıyla ve tanımın nereye kadar uzandığıyla ilgili, "öğreti içi" bir meseledir. Bu konuda sayfalarca yazabiliriz. Bu ayrı bir konu. Fakat benim de yazımda risklerine dikkat çektiğim ve hemfikir olduğum şey şudur:
Eğer analizimizde "yarı-başkanlık" kategorisini kullanacaksak, evet! Altılı Masa'nın Anayasa Önerisi bir "yarı başkanlık" önerisidir.
Taslak'ta Cumhurbaşkanına "Bakanlar Kuruluna başkanlık etmek" gibi en önemli yürütme yetkilerinden biri tanınmamışsa da verilen yetkiler hiç de az değildir. Daha önemlisi, yürütmenin iki farklı kanadının halktan alacağı desteğe bağlı sahip olacakları hegemonik güç hafife alınmış gibidir. Söz konusu tasarıma göre halkın yarısından azının desteğini almış bir siyasi parti lideri koalisyonla (veya baraja takılan partilerin bulunması durumunda tek başına) başbakan olabilecektir. Buna karşılık Cumhurbaşkanı her koşulda halkın yarısından fazlasının oyunu almış olacaktır. Burada çelişki şudur:
- Halkın daha büyük çoğunluğunun oyunun desteğine sahip olması muhtemel Cumhurbaşkanı, daha az oy desteğine dayanan başbakan ve bakanlardan nasıl olup da daha az yetkili olacaktır?"
Dahası var. Soruları arttırabiliriz:
- Sembolik yetkilere sahip olacağı varsayılan Cumhurbaşkanı, yüzde 50'den fazla seçmenin oyunu almak için seçim meydanlarına indiğinde hangi vaatlerde bulunacaktır?
- Seçimlerde sembolik yetkilerle sınırlı bir yarış olabilir mi?
- Alanlardaki partizanca seçim maratonundan taze çıkan bir Cumhurbaşkanı nasıl olacak da partisiyle ilişkisini aniden kesip, partiler üstü bir tarafsızlığa yönelecektir?
- Bir defa belli vaatlerde bulunduktan sonra, nasıl olup da bu vaatleri hayata geçirmek için yetkilerini zorlamaktan geri duracaktır?
Hepsi bir tarafa:
- İrlanda ve İzlanda gibi seçilmiş devlet başkanlarının sembolik yetkilerle sınırlı hareket etmesine neden olan kendine özgü tarihsel arka plan, sosyoekonomik koşullar ve politik kültür Türkiye'de var mıdır?
Bu sorulara yanıt verilmeden tutarlı bir politik iddia ortaya atılamaz. Kemal Gözler ile benim veya öğretideki diğer kişilerin akademik mecrada tartışması bunlardan bağımsız meselelerdir. Siyasal iddiada bulunanlar, bizlerden farklı olarak, yetki sahibi de olacakları için bu sorulara ikna edici yanıtlar sunmakla yükümlüdür.
Türkiye'nin yarı başkanlık deneyimleri
Kavramımız "yarı başkanlık" ise buradan ilerleyelim. Türkiye, yarı başkanlık olgusunu iki farklı dönemde deneyimledi. Bunlardan ilki 1982-1989 arasında oldu. Kenan Evren, halk tarafından (rakibi olmadan) seçilmiş bir devlet başkanıydı. Bakanlar Kuruluna başkanlık etmek, Devlet Denetleme Kurulu (DDK) kanalıyla tüm kamu kurumlarını (hatta kimi şirketleri, sendikaları ve vakıfları) denetleme, OHÂL KHK'lerinin parçası olma ve önemli idari ve yargısal atamaları yapma gibi önemli yetkilere sahipti. Yürütmeyi, Turgut Özal başkanlığındaki ANAP hükûmeti ile paylaşmıştı.
Bu süreç, 12 Eylül gölgesinde ve sıkıyönetimin etkisinin hissedildiği biçimde ilerlediği, Kenan Evren gerçek bir siyasetçi olmadığı ve esaslı belirlemelerini ve düzen tasarımını 12 Eylül rejimi sırasında hayata geçirdiği için sistem rejim "sayesinde" değil, buna "rağmen" ayakta kaldı. Bunda Kenan Evren'in bakanlar kuruluna başkanlık etmemesi bir etmen sayılır mı o ayrı bir mesele… Sanırım, önümüzdeki dönemde bunu tartışmalıyız fakat dönemin koşullarını hesaba katarak.
Yarı başkanlık konusundaki asıl deneyimimizi 2014-2017 yılları arasında yaşadık. Bir tarafta Ahmet Davutoğlu'nun başbakan olduğu AK Parti hükûmeti, diğer tarafta halk tarafından seçilen Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere yürütme, aynı siyasi eğilimden iki figürle biçimlendi.
Recep Tayyip Erdoğan, aldığı yüzde 51'e dayanarak öne çıktı. "Gerekli gördüğü hallerde Bakanlar Kuruluna başkanlık etmek veya Bakanlar Kurulunu başkanlığı altında toplantıya çağırmak" (md. 104) yetkisini kullanmak istedi. Ahmet Davutoğlu buna direnebilirdi ama direnmedi. Dolayısıyla Cumhurbaşkanının domine ettiği bir yarı başkanlık deneyimine tanıklık ettik.
O döneme kadar öğretide Cumhurbaşkanı ile Başbakanın farklı partilerden olması durumunda bu durumun bir kriz yaratabileceği ve Fransa'daki kohabitasyon (iki farklı siyasal eğilimin bir arada yaşama) sorununa neden olabileceği zaten vurgulanıyordu. Yasamadaki çoğunluğun da farklı olması veya bir azınlık hükûmetinin baş göstermesi durumunda daha da derinleşecek bir tür bölünmüş yönetim ("divided government") sorununa da hakeza dikkat çekiliyordu.
Söz konusu dönem, kohabitasyonun aynı partiden gelen vekiller arasında da olabileceğini gösterdi. Hatırlayalım: Erdoğan-Davutoğlu arasındaki gerilim, önce AK Parti'nin 12 Eylül 2015'teki 5. Büyük Olağan Kongresi'nde MKYK listesinin belirlenmesinde gün yüzüne çıkmış; 29 Nisan 2016'da yapılan AK Parti MKYK toplantısında teşkilatları atama yetkisinin parti genel başkanından alınarak MKYK'ye devredilmesiyle iyice görünür olmuştu. Ardından kamuoyuna anonim bir isimle internet ortamında dağıtılan "Pelikan Dosyası" isimli belgede ikili arasında 27 çatışma konusu olduğu ifade edilmiş̧ ve bu gelişmeler Davutoğlu'nun partiden istifasına neden olmuştu. Bu süreçte tartışmaların taraflarının birbirleri için kullandıkları ithamlar (örn. "darbe"), bölünmemiş hükûmetlerde dahi ne denli yüksek bir gerilimin ortaya çıkabileceğini gösterdi. Söz konusu gerilim, bence Türkiye'de yarı başkanlık rejiminin işlemediğini gösterdi. Yetmedi, devlet başkanlığının sembolikleşmesi yönünde bir değişime değil, adeta "hiper başkanlık" yaratacak bir yapının üretilmesine neden oldu.
Bu gerçeği nasıl olup da yok sayabiliriz? DEVA ve Gelecek partileri yok sayabilir ama diğer partiler?
Dünyadaki yeni yarı başkanlıklar ve turuncu devrimler
Son olarak; bu yılın başında "Yarı Başkanlık" konusunda kaleme aldığım bir rapordaki gözlemlerimi aktarmak isterim.
Yarı Başkanlık modeli son yılların renkli devrimlerinin göründüğü ülkelerin modelidir. Bu durumun kendisi dahi konuyu iki defa düşünmemize neden olmalıdır. Şöyle ki: Hukuksal ve politik kültürün yanı sıra güç dengesinin sürekli değişmesi ve bu değişimin "anayasa savaşları" düzeyinde yaşanması kronik bir istikrarsızlık sorununu beraberinde getirmektedir. Konsolide bir siyasal çoğunluğun yokluğu, iç ve dış politikada da ani rota değişikliklerini beraberinde getirmekte, bu değişikliklerin yarattığı ek basınç ise ülkede büyük çalkanmalar yaratmaktadır. Ukrayna'da yaşanan renkli devrimler (1990 Granit Devrimi, 2004 Turuncu Devrim ve 2014 Avromeydan Devrimi) bunun iyi bir örneğidir. Ülke, bu devrimlere eşlik eden anayasa değişiklikleriyle bazen parlamentarizmin bazen başkancılığın ağır bastığı bir savrulmayla boğulmuştur. Böylelikle kurumsal istikrar yokluğu ile toplumdaki siyasal oydaşmanın yokluğu arasında bir diyalektik bağ ortaya çıkmıştır.
Ukrayna'ya benzer bir kaderi, oradakine benzer bir düzenin hüküm sürdüğü Gürcistan da yaşamıştır. Ülke, başbakanın ağırlık taşıdığı yarı başkanlıkla başladığı yola, anılan türden çalkantıların ve 2003'teki renkli devrimin (Gül Devrimi) etkisiyle 2004'ten itibaren devlet başkanının güç kazandığı bir modelle devam etmiştir. 2010'dan sonra ise bu yapı başkanın ağırlık taşıdığı bir yarı başkanlık modeline dönüşmüştür.
Afrika'ya bakıldığında, aynı renkli devrimlerle ilişkili sayılabilecek Arap Baharı ile yarı başkanlıkla anılan nedenlerden beslenen kurumsal istikrarsızlık arasındaki bağ aynı şekilde görülmektedir. Yarı başkanlık, Tunus'ta Bin Ali rejiminin altında, derin kurumsal ve siyasi krizler getirmiştir. Bu krizlerin yol açtığı Yasemin Devrimi'nden sonra ülke, farklı siyasi öznelerin beklentilerinden ötürü yarı başkanlık tercihini değiştirememiştir. Ne var ki Anayasa'nın kurgusuna bakıldığında siyasi çatışmaların yükseleceğini kestirmek hiç de zor olmamaktadır.
Bunun bir de eskilerde Weimar Anayasası (Hitler rejiminin üzerine inşa olduğu) deneyimi vardır ki oralara girmek, şimdilik istemem…
Tolga Şirin kimdir?
Tolga Şirin, İzmir'de doğdu. İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı'nda doçent olarak çalışmaktadır.
Hukuk alanındaki lisans ve lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi'nde tamamladı. Lisans eğitimi sonrasında Londra Birkbeck Üniversitesi'nde insan hakları hukuku eğitimi aldı; doktora ve doktora sonrası aşamalarda Köln Üniversitesi Doğu Hukuku Enstitüsü'nde araştırmacı olarak görev yaptı.
TÜBİTAK Sosyal Bilimler Programı ve Raoul Wallenberg Enstitüsü bursiyeridir.
Aybay Vakfı (2010) makale yarışması ödülünün sahibidir.
2006-2008 yılları arasında İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi yürütme kurulu üyeliği yaptı.
Ondan fazla kitap ve çok sayıda makalesi olan Şirin, İngilizce ve Almanca bilmektedir.
Geçmişte Radikal ve BirGün gazeteleri ile Güncel Hukuk dergisinde güncel yazılar yazan Şirin, haftalık yazılarını 2020'den beri T24'te yayımlamaktadır.
|