29 Ekim 2021

Yüzüncü yılına biraz daha yaklaştığımız Türkiye Cumhuriyeti...

Umuyorum ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Kuruluş Yıl Dönümü’nde, Cumhuriyet’in temel değerlerinin hâkim olduğu bir süreci yaşamaya başlarız.

Atatürk ve mensup olduğu nesil için siyasi şiar, Aydınlanma devriyle filizlenen ve Fransız Devrimi’yle somutlaşan milli egemenlik anlayışıydı. Fransa’nın 19. yüzyılda yaşadığı inişli çıkışlı devrimsel süreci ve onun ardından gelen Üçüncü Cumhuriyet Fransa’sının pozitivist, solidarist (dayanışmacı), laik dünya görüşü Cumhuriyet’e damgasını vuracaktı.”

Profesör Zafer Toprak, “Atatürk, Kurucu Felsefenin Evrimi (*)”nde Mustafa Kemal’in bu topraklarda kurmak istediği yönetim biçimini nasıl oluşturduğundan bu cümlelerle bahseder.

Toprak, eserinde şu değerlendirmeyi de yapıyor:

“Atatürk, 1927 Cumhuriyet Halk Fırkası Büyük Kongresi ve Nutuk’u okuyuşunun ardından günlük siyasetten giderek uzaklaştı. 1928 Harf Devrimi başlangıç olmak üzere kültür sorunlarına eğildi.

1928 sonrası iç siyaseti ve yönetimi büyük ölçüde İsmet İnönü’ye bıraktı. Orduyu ise, Fevzi Çakmak’a teslim etmişti. 1932 yılından itibaren, Avrupa’daki genel gidişat doğrultusunda, kendisine ‘şef’ denmesine karşın hiçbir zaman ülkeyi tek başına yönetmedi.

Atatürk, bundan böyle karizmatik kimliği ile günlük siyasetin üzerindeydi.”

Devam ediyor, Prof. Toprak:

“Kaynaklara bakıldığında 1927’de okuduğu Nutuk ertesi Atatürk’ün verdiği söylev ve demeç sayısı son derece sınırlı kaldı.

Cumhuriyet’in onuncu kuruluş yıl dönümü dışında, hatip olarak halkın karşısına pek çıkmadı.

Toplantılı yılı açış konuşmaları dışında, Meclis’e gelerek 1919-1927 arası olduğu gibi siyaseti belirleyecek konuşma yapmadı.

Toplantı yılı açılış konuşmalarını – Celal Bayar’ın katkılarıyla hazırlanan 1937’deki hariç – genellikle çok kısa tuttu.”

1927’den ölünceye kadar Atatürk’ün, Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin daha sağlamlaşması için günümüz deyimiyle “büyük fotoğraf”la yakından ilgilendiğini anlıyoruz.

Kendi ekonomik kaynaklarını yaratan, üreten, gelişen, Avrupa’da başlayan Sanayi Devrimi’nin “ülkesinden teğet geçmemesi” için teknolojiye ayak uydurmaya çabalayan, yanı sıra halkının eğitim ve kültür seviyesini yükseltmeyi hedefleyen, komşuları öncelikli yolu kesişen dünya devleriyle diplomasiyi kullanarak sorunsuz dış politika izleyen, silah arkadaşlarıyla birlikte kurup yönettiği Türkiye’nin 21. yüzyıla sorunsuz girmesi için varını yoğunu ortaya koyduğuna tanık olduk zaman içinde Atatürk’ün.

Çok partili yaşama geçiş ve 2. Dünya Savaşı’nın ardından başlayan Soğuk Savaş’la birlikte Türk siyaset sahnesinde boy gösteren liderlerin kimisi tam olmasa da Atatürk’ten esinlendi. Bazısı ise, hiç yanına bile yaklaşmadan kendi havasında siyaset yapmayı tercih etti.

Hatta kendisini Atatürk’e rakip görenler bile oldu.

Atatürk’ün Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra yaşananları kitabında şöyle değerlendiriyor, Toprak:

“1927’de otuz altı buçuk saatte okuduğu Nutuk, edebi yönü güçlü bir başyapıt olarak tarihe geçti. Kimi düşünür Nutuk’u destansı buldu. İçinde hitabet sanatının özelliklerini taşıyan birçok bölüm yer aldı. Gençliğe seslenişi bu sanatın en güzel örneklerinden biri oldu.

Nutuk’un okunduğu Cumhuriyet Halk Fırkası Kongresi’nde muhalefete sert eleştiriler yönelterek artık iktidarının sorgulanamayacak evreye girdiğini gösterdi. Bundan böyle Cumhuriyet Türkiyesi, onun şahsında benliğini kazandı.

İktidar hiçbir evrede Avrupa’dakilere benzer mutlak ya da diktatorial bir nitelik taşımadı.

30’lu yıllarda Atatürk ‘siyasetten’ çok ‘kültürle’ uğraştı. Ya da daha geniş kapsamda siyasetle kültür bağlamında ilgilendi. Gramsci’nin ‘Hapishane Defterleri’ni hatırlatırcasına kültüre belirleyicilik tanıdı.

Sofrasındaki sohbetlerde kültür hâkim oldu. Yurttaşlık, dil, tarih ve sanat konuları gündemi belirledi.

Tüm 30’lu yıllarda ancak birkaç kez Bakanlar Kurulu’na başkanlık etti. Hükümetle olan ilişkilerini İnönü aracılığıyla yürüttü. Halk nezdinde bir kurtarıcı, bir ‘halaskâr’ olduğunun bilincinde olan İnönü, en azından 1937’ye kadar ilişkilerini büyük bir maharetle düzgün tuttu.

Atatürk’ün Fransız Devrimi’nin ürünü milli egemenliğe olan tutkusu daha ilk Meclis’ten itibaren Cumhuriyet Türkiye'sinin de yolunu çizdi.

Her ne kadar yaşadığı günlerin maddi ortamı onun düşün sürecini şu veya bu şekilde yönlendirmişse de kişisel iradesi birçok durumda, hatta güç koşullarda galebe çaldı. (Galebe çalmak: üstünlük sağlamak. Y.N.) Atatürk bu irade gücüyle birçok engelin üstesinden gelmesini bildi.

Cumhuriyet, bu irade sayesinde ilân edilebildi.

Hilafetin kaldırılmasında daha da büyük bir sınav vermek zorunda kaldı. Ankara’nın başkent oluşu, Medeni Kanun’un kabulü ve Harf Devrimi – birçok kez yalnız kalmasına rağmen – onun son sözü söylemesiyle sonuçlandı.

Karizmatik gücü her türlü muhalefeti alt etti.”

Toprak’ın ekler, notlar ve alıntılar hariç yaklaşık 400 sayfalık kitabından yaptığım bu küçük alıntı, Ulu Önder’in Cumhuriyet’i kurduktan sonraki siyasi felsefe, duruş ve tavrını oldukça net biçimde ortaya koyuyor.

*          *          *

Aslına bakarsanız, Amerika’yı yeniden keşfedecek ve derinlikli analiz yapacak değilim.

Fakat söylemek gerekir ki; 1946’da çok partili yaşama geçişten günümüze kadar Türk siyasetinde sağ ve muhafazakâr partilerin iktidarının ezici üstünlüğü vardır.

Bu iktidarların görev de bulundukları süreler içinde çok az dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ilke ve felsefesinin benimsendiği görülür. Daha çok Atatürk’ün kurucusu olduğu CHP’nin başını çektiği sol partilerin iktidarlarında Cumhuriyet’e bağlılık vardır.

1950’deki seçimlerin kazananı Demokrat Parti ile başlayan süreçte iktidar koltuğuna oturan sağ ve muhafazakâr partilerin neredeyse tamamı, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in temel felsefelerinden “din ve devlet işlerinin ayrıştırıldığı” laiklik prensibini göz ardı etmiştir.

ABD’nin istikametinde gerçekleşen askeri darbeler ve muhtıralarla iktidarları kesintiye uğrayan sağ iktidarlar, zaman içinde din olgusunu siyasette kullanmaktan geri durmamıştır.

Bu coğrafyanın en kritik konularının başında gelen dini siyasete açıkça malzeme yapmaktan çekinmeyen sağ ve muhafazakâr iktidarlar, karşı kitleleri memnun etmek amacıyla kimi zamanlarda laiklik prensibini adeta sos olarak kullanmayı tercih ettiler.

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına yaklaştığımız bu dönemde, yirmi yıla yakın süredir iktidar olan AKP, siyasetinin tamamını din eksenli kurmuş ve Cumhuriyet’in temel felsefelerine olan karşıtlığıyla gündemde kalmayı başarmıştır.

1923’te kurulan Cumhuriyet’in temel felsefelerinin sağladığı demokratik ortamda iktidar olan AKP’nin, neredeyse tüm siyasetini Cumhuriyet rejimine karşı yürütmesi ayrı ironi elbette.

Bugün gelinen noktada, bizzat Atatürk’ün kurduğu Diyanet’in başkanının, kurucusunun aleyhine tavır alıp söylemlerde bulunması, AKP’nin tabanı içindeki mütedeyyinler arasında bile tepki çekmektedir.

1923’ten sonra kısa zamanda üretim ekonomisini seçen Cumhuriyet’in kurduğu fabrikaların, bilakis son dönemde AKP iktidarınca hedef alınarak büyük bölümü yabancı sermayeye satılarak, yerli istihdamın ve üretimin azalmasına neden olduğunu görüyoruz.

Keza Osmanlı’dan kalan borçları ödeyip gelecek kuşaklara borçsuz ülke bırakan Cumhuriyet’in ekonomik kazanımlarının “küreselleşen dünya” gerekçe gösterilerek neo liberal ekonomi çerçevesinde yitirilmesi dikkat çekiyor.

Kendi kendine yetebilmeyi ve sağlam ekonomik temelleri oluşturmayı hedefleyen kurucu rejime karşı sağ ve muhafazakâr iktidarların emperyal devletlerin dayattığı dışa bağımlı ekonomi ve yaşam biçiminin tercih etmesinin faturası maalesef gelecek kuşaklara çıkacaktır.

Yine sosyal ve kültürel açıdan farkındalık yaratan Cumhuriyet’in ortaya çıkardıklarının rejimle mücadele kapsamında yok edilmeye çalışılması, bilimde Cumhuriyet’in yetiştirdiği vatan evlatlarının 1960’lardan itibaren sağ iktidarlar dönemlerinde yoğunlaşan biçimde ülke dışına çıkmayı tercih etmeleri can acıtıcıdır.

Son yıllarda yine Cumhuriyet felsefesini benimseyen kitlelere karşı yürütülen baskıcı, özgürlüğü engelleyici, fikir ve düşüncenin açıklanmasını suç sayan siyasi yaklaşım, toplumun iktidar yanlılarınca “biz ve diğerleri” şeklinde kamplaştırmasına yol açtı.

Bu topraklarda nefes alan farklı din ve etnik kökene bağlı yurttaşlardan oluşturulması gereken devlet yapısı ile yönetiminin, “mozaik ve liyakat” yerine halen yürürlükteki devrim yasalarına aykırı biçimde faaliyet yürüten dini grup, cemaat ve tarikatlara bırakılmasını, kontrol dışı bırakılan bu yapıların günümüz finans yollarını kullanarak parasal yönden güçlü hale getirilmesini fark etmemek elde değil.

Hele ki, Cumhuriyet döneminde Atatürk ve sonrasında çok partili yaşama geçinceye kadar olan dönemde yaşanan kimi güçlüklerin diplomasi yoluyla aşıldığını bilirken, bu dönemde siyasi iktidarın iktidarını sürdürme pahasına komşuları ve bölge ülkeleriyle “sıfır barış” pratiğini uygulamasını görmek, sıkıntılı ekonomiyle beraber ülkenin sürekli savaş ortamında olması, gelecek kuşaklarca bugünün tarihinde nasıl yazılacak?

*          *          *

Yarın itibarıyla, 29 Ekim 1923 günü ilân edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına iki yıl kalmış olacak.

Umuyorum ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Kuruluş Yıl Dönümü’nde, Cumhuriyet’in temel değerlerinin hâkim olduğu bir süreci yaşamaya başlarız.

En azından gelecek kuşaklara güzel bir ülke bırakabilmek adına.


(*) Zafer Toprak, Atatürk / Kurucu Felsefenin Evrimi, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2020,

Yazarın Diğer Yazıları

Bir trafik kazasının anatomisi: 35 saatte belirlenemeyen kimlik ve soruşturmada yaşanan gariplikler

"Sürecin başından itibaren haklarında ceza istenilen polislerin, bu kadar küçük ve basit ceza verilmesi, iki polise ceza verilmemesi ve bizin yaşadıklarımızla dosyaya müdahale edildiğini görmüş olduk"

Emniyet'te "sular ısınıyor", ekipler arasındaki savaş kızışıyor...

Şu anda birbiriyle mücadele eden en az üç ekip var. Devre kardeşliği ile tarikat ve cemaat birliktelikleri ekiplerin çimentosu. Mücadelenin asıl hedefi, mevcut İstanbul Emniyet Müdürü Zafer Aktaş'ın yakın zamanda emekli olmasıyla boşalacak İstanbul Emniyet Müdürlüğü

Burdur'daki taciz skandalında ikinci perde: Tacizi tespit eden müdür vekili görevden alındı!

Yönetimindeki kurumda olanı biteni tespit ederek raporlayan ve devletin önlem almasının önünü açan Kılınç, sonuçta sisteme yenik düştü!