28 Ağustos 2020

30 Ağustos Zafer Bayramı kutlaması ve genelge

Hükümeti aldığı "yeni normale" geçiş kararıyla beraber iktidar 15 Temmuz anmalarında, Kurban Bayramı’nın kutlamasında ve hatta Ayasofya ibadete açılması sırasında hiçbir kısıtlama getirmedi. Kaldı ki bugün pandeminin sayılarının artışında; özellikle Kurban Bayramı kutlaması ile Ayasofya’nın ibadete açılması sürecinin etkili olduğu bilim insanlarınca dile getirildi. Şimdi ise, 30 Ağustos kutlamaları salgın sürecinde göze battı

(…) "Gerçekte, içinde bulunduğumuz o günlerde, Osmanlı Devleti'nin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti.

Osmanlı ülkeleri bütün bütüne parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son sorun, bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktan başka bir şey değildi. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi anlamını yitirmiş birtakım anlamsız sözlerdi.

Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ve ne gibi yardım istemek düşünülüyordu?

Öyleyse sağlam ve gerçek karar ne olabilirdi?

Baylar, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ulus egemenliğine dayanan, tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak.

İşte, daha İstanbul'dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur." (…)

(…) "Gerçekte ordumuz ihtiyaçlarını ve eksiklerini tamamlamak üzere bulunuyordu. Ben, daha Haziran ortalarında taarruza karar vermiştim. Bu kararımı yalnız Cephe Komutanı ile Genelkurmay Başkanı ve Milli Savunma Bakanı biliyorlardı.

Bildirdiğim tarihlerde bir geziyi vesile ederek İzmit - Adapazarı yönüne hareket ettiğim zaman, Ankara'da Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleri'yle görüştükten sonra, o zaman Milli Savunma Bakanı bulunan Kazım Paşa Hazretleri'ni Sarıköy istasyonuna kadar birlikte götürerek, oraya davet ettiğim Cephe Komutanı İsmet Paşa Hazretleri ile birlikte, taarruz için gerekli hazırlıkların süratle tamamlanması ile ilgili kararlar aldık.

Efendiler, artık Büyük Taarruz'dan söz açma sırası geldi.

Bilirsiniz ki, Sakarya Meydan Muharebesi'nden sonra, düşman ordusu büyük ve kuvvetli bir grupla Afyonkarahisar - Dumlupınar arasında bulunuyordu. Bir başka kuvvetli grubuyla da Eskişehir bölgesindeydi.

Bu iki grup arasında yedek kuvvetleri vardı. Sağ kanadını, Menderes dolaylarında bulundurduğu kuvvetlerle, sol kanadını da İznik Gölü'nün kuzey ve güneyindeki kuvvetleriyle koruyordu.

Denilebilir ki, düşman cephesi, Marmara'dan Menderes'e kadar uzanıyordu. Düşman ordusunun teşkilatı, üç kolordu ve bazı müstakil birliklerin mevcudu da üç tümeni bulmaktaydı. Biz, Batı Cephesi'ndeki kuvvetlerimizi iki ordu halinde teşkilatlandırmış ve düzenlemiştik. Bundan başka, doğrudan doğruya cepheye bağlı teşkilatımız da vardı.

Bizim bütün birliklerimiz on sekiz tümen idi. Bundan başka üç tümenli bir süvari kolordumuz ve daha zayıf mevcutlu iki süvari tümenimiz vardı. Teşkilatı birbirinden farklı olan iki düşman ordusu birbiriyle karşılaştırılsa, her iki tarafın insan ve tüfek kuvvetleri aşağı yukarı birbirine denk bulunuyordu. Yalnız, Yunan ordusu, dünyanın hür ve kendisini destekleyen sanayiine dayandığı için, makineli tüfek, top, uçak, taşıt, cephane ve teknik malzeme bakımından daha üstün durumdaydı. Diğer taraftan bizim ordumuz süvari sayısı yönünden daha üstün bulunuyordu." (…)

(…) "22 Ağustos 1922 Saldırı Buyruğu :

20/21 Ağustos 1922 gecesi Birinci ve İkinci Ordu Komutanlarını da Cephe Karargâhına çağırdım. Genelkurmay Başkanı ile Cephe Komutanı önünde saldırının nasıl yapılacağını harita üzerinde kısa bir savaş oyunu biçiminde açıkladıktan sonra, Cephe Komutanına o gün vermiş olduğum buyruğu yineledim. Komutanlar işe koyuldular.

Saldırımız, hem strateji hem bir taktik baskını biçiminde yapılacaktı. Bunun gerçekleşebilmesi için de, yığınağın ve düzenlemenin gizli kalmasına önem vermek gerekiyordu. Bundan ötürü, her türlü hareket gece yapılacak, birlikler gündüzleri köylerde ve ağaçlıklar altında dinleneceklerdi. Saldırı bölgesinde yolların düzeltilmesi gibi çalışmalarla düşmanın dikkatini çekmemek için kimi başka bölgelerde de benzeri düzmece çalışmalar yapılacaktı.

24 Ağustos 1922'de karargâhlarımızı Akşehir'den saldırı cephesi gerisindeki Şuhut kasabasına getirdik. 25 Ağustos 1922 sabahı da Şuhut'tan, savaşları yönettiğimiz Kocatepe'nin güneybatısındaki çadırlı ordugâha gittik. 26 Ağustos sabahı Kocatepe'de bulunuyorduk. Sabah saat 5.30'da topçu ateşimizle saldırı başladı."(…)

(…) "Başkomutan Savaşı:

Efendiler, 26/27 Ağustos günlerinde, yani iki gün içinde, düşmanın Karahisar'ın güneyinde 50 ve doğusunda 20, 30 kilometre uzunluğundaki müstahkem cephelerini düşürdük. Yenilen düşman ordusunun bütün kuvvetlerini, 30 Ağustosa kadar Aslıhanlar yöresinde kuşattık.

30 Ağustos'ta yaptığımız savaş sonunda (Buna 'Başkomutan Muharebesi' adı verilmiştir), düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve esir aldık. Düşman ordusunun Başkomutanlığını yapan General Trikopis de esirler arasına girdi.

Demek ki, tasarladığımız kesin sonuç, beş günde alınmış oldu. 31 Ağustos 1922 günü ordularımız ana kuvvetleriyle İzmir'e doğru yol alırken, diğer birlikleriyle de düşmanın Eskişehir ve kuzeyinde bulunan kuvvetlerini yenmek üzere ilerliyorlardı." (…)  (Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Zeynep Korkmaz.)

* * *

Bu anlatımlar Mustafa Kemal’in Nutuk’undan. Atatürk, işgal kuvvetlerinin bu topraklardan çıkmasını sağlayan süreci bizzat anlatıyor Nutuk’ta.

Mustafa Kemal ve arkadaşları, askeri taktik ve stratejinin yanı sıra diplomasi sayesinde "bir avuç Türk’ün barındığı ata yurdu"nda yeni bir ülkeyi yoktan var etmeyi başardı.

19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmasıyla birlikte Mustafa Kemal’in fitilini ateşlediği yeni bir ülke kurmasının en büyük aşamalarında birisi 1922’de yaşanan savaş sürecidir. 1921’deki Sakarya Meydan Savaşı’nda elde edilen kazanımların ardından başlatılan hazırlık evresinin ardından 1922’nin 26 Ağustos’un başlatılan Büyük Taarruz’un Türk Ordusu’nun başarıyla sonuçlanması, Temmuz 1923’te Lozan’da Ankara Hükümeti’nin gücünü ortaya koymuş, sonrasında da 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in kurulmasının önünü açmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması kolay olmamıştır. Bedeller ödenmiştir. Halen de devam ediliyor.

Türkiye Cumhuriyeti, 2020’de gelişmekte olan ülkeler sınıfında yer alıyorsa, kimi zaman ve şartlarda dünya devlerine kafa tutabiliyorsa ve en önemlisi halen ayakta kalabiliyorsa; 19 Mayıs 1919’da başlayan 23 Nisan ile 30 Ağustos’la devam eden ve 29 Ekim’le tamamlanan dönemde atılan sağlam temeller sayesindedir. Kurucu liderimiz Atatürk’ün, bu coğrafyada nefes alanların desteğiyle 1923’ten başlayıp son nefesini verdiği 10 Kasım 1938’e kadar olan dönemdeki mücadelesi, bu temellerin üzerine inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti mucizesinin yaratılmasıdır.

Dolayısıyla 30 Ağustos günü, hem yurttaşlarımız, hem de Türk Silahlı Kuvvetleri için kıymetlidir. Kutlanması gereken milli bayramdır.

* * *

Durum böyleyken, İçişleri Bakanlığı, valiliklere gönderdiği özel genelgeyle 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın yurt genelinde kutlanmasına sınırlama getirdi. Kısıtlamanın gerekçesi; elbette Koronavirüs pandemisi.

23 Nisan ve 19 Mayıs kutlamaları da benzer şekilde kısıtlanmıştı. Hadi diyelim ki, bu iki milli bayramımız pandeminin en şiddetli günlerindeki "yaşam kısıtlamaları" içindeydi. Anlaşılabilir bir durumdu.

Ancak, hükümeti aldığı "yeni normale" geçiş kararıyla beraber iktidar 15 Temmuz anmalarında, Kurban Bayramı’nın kutlamasında ve hatta Ayasofya ibadete açılması sırasında hiçbir kısıtlama getirmedi.

Kaldı ki bugün pandeminin sayılarının artışında; özellikle Kurban Bayramı kutlaması ile Ayasofya’nın ibadete açılması sürecinin etkili olduğu bilim insanlarınca dile getirildi.

Şimdi ise, 30 Ağustos kutlamaları salgın sürecinde göze battı.

Halbuki toplumu ötekileştirmeden veya ayrımcılığa tabi tutmadan toplumun kutlamalarını gerçekleştirmesini sağlamak da devletin görevidir. Siyasi iktidarın, "biz kutlayalım, analım; bizden olmayanlar kısıtlamaya tabi olsun" demek makul bir yaklaşım değildir.

Zira, siyasi iktidarın önem verdiği ve herhangi bir kısıtlama getirmediği 15 Temmuz anması ve Kurban Bayramı kutlaması ülkenin çoğunluğunu ilgilendiriyor. Bu ve benzeri süreçler, hiçbir zümrenin veya kitlelerin asla tekelinde değildir. Bu topraklarda nefes alanların ortak değerleridir.

* * *

Yazının sonunda İçişleri Bakanlığı’na bir tavsiyem olsun… Koronavirüs salgınının önümüzdeki günlerde ülkeye ne getireceğini bilmiyoruz ancak; günler geçiveriyor. Bu coğrafyaya gelmiş en güzel müjde olan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına kısıtlama getirecek bakanlık genelgesi için şimdiden hazırlığa başlasınlar!

Perşembenin gelişi, çarşambadan bellidir…

Yazarın Diğer Yazıları

Bir trafik kazasının anatomisi: 35 saatte belirlenemeyen kimlik ve soruşturmada yaşanan gariplikler

"Sürecin başından itibaren haklarında ceza istenilen polislerin, bu kadar küçük ve basit ceza verilmesi, iki polise ceza verilmemesi ve bizin yaşadıklarımızla dosyaya müdahale edildiğini görmüş olduk"

Emniyet'te "sular ısınıyor", ekipler arasındaki savaş kızışıyor...

Şu anda birbiriyle mücadele eden en az üç ekip var. Devre kardeşliği ile tarikat ve cemaat birliktelikleri ekiplerin çimentosu. Mücadelenin asıl hedefi, mevcut İstanbul Emniyet Müdürü Zafer Aktaş'ın yakın zamanda emekli olmasıyla boşalacak İstanbul Emniyet Müdürlüğü

Burdur'daki taciz skandalında ikinci perde: Tacizi tespit eden müdür vekili görevden alındı!

Yönetimindeki kurumda olanı biteni tespit ederek raporlayan ve devletin önlem almasının önünü açan Kılınç, sonuçta sisteme yenik düştü!