Selanik'te Kocakasım Mahallesi'ndeki üç katlı pembe evinde doğan oğlunu kucağına alan Zübeyde Hanım, mavi gözleriyle kendisine bakan evladının yıllar sonra yeni bir ülkenin kuruluşunu gerçekleştireceğini elbette bilemezdi, o günlerde.
Osmanlı'nın Yükseliş Devri olarak tanımlanan 14. ve 15. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleştirilen Kocacık Yörükleri'nden olan Hafız Ahmet Efendi'nin torunu olarak 1881'de dünyaya gelen ve Mustafa adı verilen bebek, Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım'ın hayatta kalan iki çocuğundan birisiydi.
Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım, dünyaya gelen dört çocuklarını kaybederken, sadece Mustafa adını verdikleri erkek çocukları ve kız kardeşi Makbule, zor yaşam koşullarına karşın yaşama tutunabildiler.
Babası Ali Rıza Efendi'yi 7 yaşındayken kaybeden Mustafa'nın hayatı hep mücadele içinde geçti. Delikanlılığın ilk yıllarında evinden ayrılan Mustafa, 1893'te 12 yaşındayken ilk kez yatılı bir okula kayıt yaptırdı: Selânik Askeri Rüştiyesi.
İdeali olan askerlik mesleği için rüştiyeye adım atan Mustafa, hepimizin bildiği şekliyle matematik öğretmeni ve aynı zamanda Üsküplü olan Yüzbaşı Mustafa Sabri Bey'in kendisine "Kemal" ismini vermesiyle "Mustafa Kemal" adıyla mezuniyetinin ardından Osmanlı ordusu içinde görev aldı.
Zaman içinde orduda gösterdiği başarılarıyla yükselen Mustafa Kemal, Osmanlı döneminde gerek İstanbul ve Anadolu'da gerekse sınır boylarında görev yaptı. Mustafa Kemal'in cephelerdeki zaferleri ve başarılarını buraya sığdırmak mümkün değil.
Silah arkadaşlarıyla beraber ömrü at sırtında savaştan savaşa katılarak geçen Mustafa Kemal, Osmanlı Hanedanı'nın çöküşü görerek 19 Mayıs 1919'da Samsun'a ayak bastı.
Özellikle Birinci Dünya Savaşı sonrasında güçlenen emperyalist ülkelerin yönetimi altına girme düşüncesinde olan Osmanlı Hanedanı'nın aksine Anadolu'da bağımsızlık ateşini yakan Mustafa Kemal, beraberinde kendisine güvenen Anadolu halkının büyük desteğiyle Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş yolundaki taşları tek tek yerine koydu.
1920'ye gelindiğinde İstanbul'daki Osmanlı Hükümeti'nin her türlü karşı gayretine karşın Ankara Hükümeti'ni kurup Büyük Millet Meclisi'ni açan Mustafa Kemal, üç yıl sonrasında ise şimdilerde pek çok ülkeye örnek olan Türkiye Cumhuriyeti'ni ilân ederek bu topraklarda yeni bir dönem başlattı.
* * *
Selânik'te gözünü dünyaya açtıktan sonra tüm yaşamı boyunca bu ülkenin, kendi deyimiyle "Muasır Medeniyetler" düzeyine ulaşması için çabaladı.
Ta ki, 10 Kasım 1938 sabahı saat 09.05'te Dolmabahçe Sarayı'nda son nefesini verinceye kadar.
Bu çabaları sırasında kimi zaman büyük destek gördü, kimi zaman en sert eleştirilerin muhatabı oldu. Ama bu eleştirilerden yılmadı. Planladığı yoldan hiç taviz vermeden Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği için adım atmaktan hiç çekinmedi.
Tek derdi, Türk halkının yönetimindeki Türkiye Cumhuriyeti'nin dünya var oldukça nefes almasını sağlamaktı.
Savaş alanlarında kazandığı başarıları, sivil yaşamda da sürdürüp Genç Türkiye Cumhuriyeti'nin gelişmesi için çalıştı.
Bilimin ışığından faydalanarak, eğitim, kültür, sanatta gelişimlerin sağlanarak halkın Batı'daki gelişmiş ülkelere yetişmesini ön ayak oldu.
Toplu iğneye muhtaç olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nde köylü – kentli ayrımına bakmaksızın üretim ekonomisin oluşturulmasını ve devamını sağlamak amacıyla top yekûn kalkınma hamlesini başlattı. Ve bizzat takipçisi oldu.
Devrimleriyle birlikte yürüttüğü siyasetiyle henüz 10 yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti'nin, bölgesinde söz sahibi ülkelerden olmasını sağladı.
1923'ten ölünceye kadar geçen 15 yıllık sürede, emperyalist ülkelerin Türkiye Cumhuriyeti üzerindeki emellerine son verdirmeyi başardı. Türkiye Cumhuriyeti'ni ellerinde oyuncak etmek isteyen emperyalist güçler, Mustafa Kemal Atatürk'ün izlediği sosyo-ekonomik gelişmeler ve diplomasi sonucunda amaçlarına ulaşamaz hale geldiler.
* * *
Atatürk, bu topraklardaki gelişimi elbette tek başına yapmadı. Kendisine güvenen silah ve siyaset arkadaşları ile halkı hep yanında buldu. Özellikle halktan büyük güç aldı.
Bugün geldiğimiz noktada ise, Atatürk'ün çizgisinden sapmaya çalışan bambaşka bir sistemin varlığıyla karşı karşıyayız.
Atatürk'ün "dinle devlet işlerinin ayrılmasını sağladığı" laiklik ilkesi çerçevesinde Türk insanının her zaman dikkat etmesini istediği tarikat ve cemaatlerin günümüzde aleni biçimde at koşturduğunu görüyoruz.
Her gün yani olaylara tanık oluyoruz. Bu topraklarda en sade biçimiyle dinini yaşamak isteyenlerin üzerinde cemaat ve tarikat baskılarıyla karşılaşıyoruz.
Üstelik yasayla devletin denetimi altında olması gereken bu dini yapıların ülke yönetiminde artan biçimde söz sahibi olduğunu görmek, toplumun "din – yönetim" ekseninde kutuplaşmasının yolunu açmayı Türkiye Cumhuriyeti'nin gelişmesinin önündeki engeller olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.
Son dönemde yönetimdeki siyasi iradenin, kimi çevrelerce dile getirilen Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu lideriyle ilgili yakışıksız tarifler karşında sessiz kaldıklarını görmek üzüntü veriyor.
Bunları tek tek yazıp bir kez daha gündeme getirmek istemiyorum.
Bugün bu topraklarda siyaset yapılmasının, büyük büyük makamlarda oturulmasının, devlet olanaklarının en üst limitte kullanılmasının Mustafa Kemal Atatürk'ün Türkiye'de kurduğu çağdaşlık sayesinde olduğunu unutmamak gerektiğini düşünüyorum.
Atatürk'ün kurduğu ülkede en lüks makam araçlarına binenlerin, dualarında Atatürk'ün adının geçmesine bile tahammül edemediklerini görmek üzücü.
Camilerdeki dualarda Osmanlı Hanedanı dönemindeki Çanakkale Savaşı'nda yitirdiğimiz canlarımızı anıp, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu sağlayan Kurtuluş Savaşı'nda kaybettiklerimizi görmezden gelmek, bir kez olsun Atatürk ismini söylememek, 2020 Türkiyesi'ne yakışmıyor.
Atatürk ve silah arkadaşları başta olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti'ne nefes verenler bu durumu hak etmiyorlar.
Mustafa Kemal Atatürk ve kurduğu Türkiye Cumhuriyeti ile yıldızı barışmayanların, bu coğrafyada hâlâ Kurucu Önder ve Türkiye Cumhuriyeti sevenlerin, gönül verenlerin var olduğunu bilmelerinde fayda var.