“İslam topluluğuna bağlanan Yahudiler, her türlü hakaret ve tazyika karşı korunacaklardır. Bunlar Müslümanların sahip oldukları haklara eşit olarak sahiptirler. Avf, Neccar, Hâris, Cüşem, Sa’lebe, Evs ve Yesrib’de oturan başka Yahudiler, Müslümanlarla birlikte bir cemaat teşkil ederler. Bunlar Müslümanlar gibi kendi dinî ayinlerini serbest olarak yapacaklardır. Yahudilerin mahmileri (himayeleri altına aldıkları) ve yanaşıkları da aynı masuniyetten faydalanacaklardır. Yahudiler, Medine’nin, bütün düşmanlara karşı yapılacak savunmasına katılacaklardır. Bu sözleşmeyi kabul edenlerin hepsi için Medine’nin içi kutsal bir haremdir. Müslümanlarla Yahudilerin korudukları ve yanaşıkları her türlü saygıyı göreceklerdir” (akt. Prof. Dr. Neşet Çağatay, 100 Soruda İslam Tarihi, Gerçek Yayınevi, 1972, s. 167).
Peygamber Muhammed, İslam inancını yaymaya başladıktan sonra Mekke egemenlerinin baskısı karşısında takipçileriyle birlikte Mekke’den Medine’ye hicret etti. Burada en eski yerleşik olan üç Yahudi kabilesi; şehrin yeni gelenleri bağrına basan Arap kabileleri (Ensar) ve buraya Mekke’den göç eden Müslümanlar (Muhacirin) arasındaki ilişkileri düzenleyen, yukarıda bir parçasını paylaştığımız “Sözleşme”yi işlerliğe soktu.
“Medine Sözleşmesi” olarak bugün de İslami bir sosyo-politik düzende gayri-Müslim unsurlara nasıl “bakılması” gerektiğine ilişkin tarihsel referans-temel gösterge kabul edilen bu metin elbette Hristiyanları kapsamına alacak bir yorum genişliğine de sahiptir.
Demek ki ilkesel ve ideal olarak İslami siyasal-toplumsal zeminde Yahudiler de Hristiyanlar da her türlü hakaret ve kışkırtmaya karşı korunacaktır/korunmalıdır ve onlar, Müslümanlarla bir topluluk (“cemaat”) teşkil edebilirler.
Medine Sözleşmesi
***
Elbette bu noktada hemen “Peki ya sonrası?!” diye sorulacaktır ki bizim de bu soruya cevap vermek de boynumuzun borcudur.
Sonrasında İslam tarihçilerinin yazdıklarına-anlattıklarına göre Medine’de meskûn o üç Yahudi kabilesi (Beni Kaynuka, Beni Nadiyr ve Beni Kurayza) üyeleri rahat durmamışlar. Anlaşma hükümlerine aykırı davranmışlar. Kâh Medine’de Müslümanlarla bir takım zıtlaşma ve kavgalar içinde olmuş, kâh Mekke’deki politeist Kureyş egemenleri (“müşrikler”) ile birlikte hareket edip savaşlarda onların yanında yer almışlar.
Bu nedenlerle Hicret’in 2’nci, 3’üncü, 5’inci yıllarında bunların her birinin tasfiyesi cihetine gidilmiş. Öldürülmüşler, sürülmüşler, malları-evleri Müslümanlara (özellikle Mekkeli Muhacirlere) helâl kılınmıştır.
***
Demek ki İslam’da ortada hem Yahudilere her türlü hakaret ve kışkırtmaya karşı koruma taahhüt eden bir sözleşme var; hem de bu sözleşmeye uygun hareket etmedikleri gerekçesiyle onlara karşı düşmanca, öldüresiye bir tavır ve hareket tarzı var.
Aynı durum üç aşağı beş yukarı Hristiyanlık için de söz konusudur ve Kur’an, oluşturulduğu tarihsel-siyasal şartlarla uyarlı, belli ki "konjonktirel" mahiyette bu bakımdan birbiriyle pek de mutabık olmayan ifadeleri karşımıza çıkarır.
Evet, bir yerde şimdi Konya’da otobüs duraklarındaki belediyeye ait bilboardlara asılmış, Maide sûresi 51’inci âyetteki şu ifadeyi buluruz:
“Ey İnananlar! Yahûdi ve hıristiyanları dost olarak benimsemeyin, onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onlara dost olursa o da onlardandır.” (Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçe Anlamı, DİB Yayınları, 1987)
Gel gelelim, aynı sûrenin 81’inci âyetinde Kur’an, Yahudi ve Hristiyanları birbirlerinin dostu saymanın ötesinde bir anlayışla “İnananlar” karşısında onları şöyle “tefrik eder”:
“Ey Muhammed! İnananlara en şiddetli düşman olarak, insanlardan yahûdileri ve Allah’a eş koşanları bulursun. Onlardan, inananlara sevgice en yakın ‘Biz Hıristiyanız’ diyenleri bulursun. Bu, onların içinde bilginler ve rahipler bulunmasından ve büyüklük taslamamalarındandır.” (DİB, 1987).
Benzer doğrultuda, mesela Bakara sûresi 62’nci âyette, “Şüphesiz, inananlar, Yahûdi olanlar, hıristiyanlar ve sâbii’lerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri [ödülleri-sevapları] Rablerinin katındadır. Onlar için artık korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir” denirken…
Aynı sûrenin 20’nci âyetinde bu defa, “Kendi dinlerine uymadıkça yahûdi ve hıristiyanlar senden asla hoşnud olmayacaklardır; de ki: Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur” şeklinde bir değerlendirme gelmektedir (DİB, 1987).
***
Bu şekilde İslam’da iki "ehl-i kitap" din, Yahudilik ve Hristiyanlık hakkında sarkaçsal salınım arz eden bir “kutsal söylem” karşımıza çıkar.
Kur’an, Yahudi ve Hristiyanlar söz konusu olduğunda denilebilir ki “tarihsel-bağlamsal” ve “siyasal-göreli” bir söylem pratiğiyle karşımızdadır. Mesela yine bir âyette şöyle denir:
“Kitap ehlinin hepsi bir değildir: Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allah’ın âyetlerini okuyup duranlar vardır; bunlar Allah’a ve âhiret gününe inanır, kötülükten men’eder, iyiliklere koşarlar. İşte onlar iyilerdendir” (Âl-i İmrân: 113-114; DİB, 1987),
Bir başka sûrede ise “kitap ehli”, içlerindeki “zulmedenler” ayrı tutulmak kaydıyla söyle nitelenir:
“Kitap ehlinden zulmedenler bir yana, onlarla en güzel şekilde mücadele edin, şöyle deyin: Bize indirilene de size indirilene de inandık; bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir, biz O’na teslim olmuşuzdur. Ey Muhammed! Sana Kitâb’ı böylece indirdik; işte kendilerine Kitâb verdiklerimiz ona inanırlar; bunlardan da ona inanan bulunur” (Ankebût: 46-47; DİB, 1987).
***
Elbette biz burada Kur’an’ı “tarihsel bir metin” olarak değerlendirmeye alıyoruz.
Ve diyoruz ki Kur’an okunduğunda yeni bir toplumsal düzenin, bir yeni sosyo-politik oluşumun (“Ümmet”) Arap Yarımadası’nda ortaya çıkışına ilişkin zengin bir veri kaynağı karşımızdadır.
Bu çerçevede, İslam’ın ortaya çıktığı beşerî coğrafyada kendisini gösteren politik çekişmelerin izdüşümlerini tespit edebiliyoruz.
Nihayetinde öneriyoruz ki Kur’an’da Yahudilik ve Hristiyanlık söz konusu olduğunda kaydedilenlere de böylesi tarihsel-bağlamsal ve göreli bir perspektiften yaklaşılmazsa eğer, birbirine zıt hükümlere varanlar olacaktır.
Bu bakımdan Kur’an ve İslam, öyle her önünüze gelen “Ben Müslümanım” diyene bırakılamayacak kadar hassas ve ciddi konu başlıklarıdır. Tıpkı Konya caddelerinde “antisemitizm” ve “Hristiyan-fobisi”ni kaşımaya azmetmiş, buradan kendilerine Müslümanlık var etmeye çalışan bir zavallı taife gibi…
Mevlana
***
Hiç kuşkusuz İslam ve Müslümanlık adına ilimli-alaylı başkaları çıkacak ve Konya’daki bu taifenin “ehl-i kitap düşmanlığı”nı dengeleme yolunda bizim Kur’an’dan şöyle bir göz atıp topladığımıza benzer âyetleri öne çıkararak günlerdir devam eden infiali yatıştırmaya çalışacaklardır. Bu işi onlara bırakalım!..
Biz, tarihin içinden başka bir noktaya odaklaşalım.
Kur’an metninde ortaya çıkan ve Konya’da kendisini İslam adına hareket etme pozisyonunda sayan ırkçı-şoven taifenin bilboardlara da taşıdığı “Yahudi ve Hristiyanların birbirine dost oldukları” ifadesi tarihsel bakımdan sorunludur.
En başa dönelim: İsa’yı Roma’ya ihbar edip katline kim sebep oldu? Yahudi egemenleri…
O yüzden ta en baştan Yahudi-düşmanlığı, yani antisemitizmin en coşkun kaynayan membası neresi? Hristiyanlık!..
Nazi Almanya’sında bir siyasi pratik olarak icra edilmiş Yahudi soykırımının altyapısında ne var? Hristiyan antisemitizmi; özellikle de Orta Çağ Avrupa’sında en çarpıcı tezahürlerini tespit edebildiğimiz Hristiyan antisemitizmi.
Antisemitizmin gerek doğuşu gerekse tarihi itibarıyla İslam’a mal edilmesi yanlış. O, patenti Hristiyanlıkta olan bir anlayış ve uygulama.
Daha da ileri giderek denilebilir ki antisemitizm, Kur’an’da ne yazılmış olursa ve bu nasıl yorumlanacak olursa olsun, esasen bir “Hristiyan-hastalığı”dır.
Bu nedenle Orta Çağ Hristiyan Avrupa’sı Yahudiler için bir “cehennem” olmuştur.
Buna karşılık Osmanlı, hep bilindiği ve vurgulandığı üzere, Hristiyanlığın zulmünden kaçan Yahudiler için bir sığınaktır.
***
Osmanlı-İslam dünyasında klasik dönemde Yahudilere ve elbette Hristiyanlara yönelik, İslam olanın üstünlüğü içselleştirilmiş şekilde belki “küçümseme” olarak karakterize edilebilecek bir tutum mevcuttur. Ama nefret ya da düşmanlıktan söz edilebilecek etnik-ırksal bir tutum söz konusu değildir.
Tabii 19’uncu yüzyıl siyasetindeki gelişmelere, özellikle Osmanlı topraklarında Avrupa nüfuzuna, 20’nci yüzyılda da Filistin’de İsrail’in kurulması ve sonrasındaki gelişmelere bağlı olarak antisemitik hissiyat ve hareketliliğin bu topraklarda da varlık bulduğu söylenebilir (bu konuda bkz. Bernard Lewis, İslam Dünyasında Yahudiler [Çev. B.S. Şener], İmge, 1996).
Bu hissiyat Türkiye’de devlet aklını da etkisine almış olmakla birlikte, 1960’lardan itibaren “Millî Görüş” adı altında siyaset sahnesinde beliren İslamcılık bünyesinde popülist açılımlara da kavuşarak on yıllarca kendini dışa vurdu.
Aslında birkaç gün önce Konya’da bilboardlarda karşımıza çıkan tablonun müsebbipleri de anlaşılmakta ki bu siyasi çizgiyle kendilerini irtibatlı gösteren bir yeni yetme taifeden başka bir şey değil.
Osmanlı döneminde Kudüs
***
Halbuki orası hangi Konya ya da kimin Konya’sı?
İslam’ı Melâmeti coşku ve “Vahdet-i Vücud”cu motivasyon eşliğinde farklılıkları içselleştirici hümanist ve evrenselci bir tasavvufî anlayışla hayata geçirmiş, bu sebeple dünyaya mal olmuş Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Konya’sı!..
“Ben 73 dinle beraberim” diyen, böyle dediği için kendisine sövüp sayan ulemadan hocalara bile gülerek, “Ben, senin bu söylediklerinle de beraberim” karşılığını verebilmiş Mevlânâ’nın Konya’sı…
O halde, kâğıt üstünde laik, demokratik, çoğulcu ve insan-inanç-yaşam haklarına saygılı olma iddiasındaki bir ülke için utanç verici bir görüntü değil sadece bu.
Yerlere-göklere konulamayan Osmanlı’nın bile ne kadar gerisine düşüldüğünü düşündüren vahim bir tablo olmaktan da öte bu...
Bu, Tanrı aşkını insan sevgisine havale ederek “tasavvufî hümanizm”in dünyaca tanınıp bilinen, baş tacı edilen ismi; sureti Konya ile özdeş Mevlânâ’nın kemiklerini sızlatacak, onu mezarında ters döndürecek, ruhunu azaba boğacak bir müessif hadise!..