30 yılı aşkın zaman geçti Londra'ya lisansüstü eğitim için gittiğim ilk günlerde yine aynı amaçla orada bulunan bir dostla tanışmamın üzerinden… Bizi tanıştıran arkadaşı, benim Türkiye'den geldiğim üniversiteyi söyler söylemez o açmış ağzını yummuş gözünü, başlamıştı anlatmaya…
Kendisinin sanırım lisansüstü eğitim için bir başvurusunu reddetmişti benim çalıştığım üniversite. Çünkü ona, daha doğrusu gördüğü imam-hatip ve ilahiyat eğitimine yönelik bir antipati içindeydi başvurusunu değerlendirenler...
Ona göre demokrasi, insan hakları, eşitlik dendiğinde mangalda kül bırakmayan bu zevat, kendisi gibi dinî eğitim altyapısına sahip bir aday karşılarına çıktığında, sınavları hakkıyla geçmiş, diğer koşulları da yerine getirmiş olsa bile ne eğitim ne de akademisyen olarak imkan alanı açmaya yanaşmıyorlardı.
Böylesi çifte standart, iki yüzlülük, ahlaki zafiyet içindeydi işte benim de bir parçası olduğum üniversite ve hiç kuşkusuz, daha geniş çerçevede Türkiye'deki "laik" kesimler…
Bu doğrultuda imam-hatip kökenli ve ilahiyat mezunu olmanın onur, gurur ve özgüveniyle, maruz kaldığı haksızlığın sorumlusu saydığı bir sistem, işleyiş ve anlayışın temsilciliğine beni de hiçbir dahlim olmadığı halde oturtarak söylendi durdu.
Üzülmüş, kızmış, içten içe öfkelenmiştim.
Sonra yakın alanlarda çalışıyor olmayla da bağlantılı daha sık karşılaştık, diyalog ve iletişim kaçınılmaz oldu, birbirimizi daha iyi tanıdık.
Bir gün bir sohbette imam-hatibe nasıl ailesinin, özellikle babasının zorlamasıyla gitmek durumunda kaldığı bilgisini belli-belirsiz ince bir hüzünle paylaştı.
O anda ilk karşılaştığımızda sergilediği tavırdan bende geriye kalmış son öfke ve kızgınlık kırıntıları da yok olup gitti.
Çünkü düşündüm ki o gün ilk tanıştığımız noktada dışa vurduğu, karşısında konumladığı dünyaya dönük zehirli bir tepki olmak kadar, belki de ondan daha çok, kendi içinden çıktığı dünyaya değgin bir acı izdi.
Zehrin altını kazıdığınızda çok derinlerde gömülü bir acı çıkıyordu ortaya.
* * *
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Önder İmam Hatipler Buluşması'nda yaptığı ve artık her yıl mutat hale geldiği de söylenebilecek, "Yaşasın imam-hatipler, imam-hatipliler" bağlamlı konuşmasını dinlerken on yıllar öncesinden bu hatıra bir kez daha canlandı zihnimde.
Çok klişe kaçacak belki ama evet, hiçbir şey göründüğü gibi değildir.
Tehdit saydığınızın altından bir serzeniş çıkar.
Öfke saçan ağız aslında acı acı çığlık atmaktadır.
Şimdi sizi ezen söylem, geçmişteki ezilmişliklerin dışavurumudur.
Dün bir uçta mağduriyete uğrayan, bugün diğer uçta mağduriyet üretendir.
Ve bir gün Recep Tayyip Erdoğan'a bir tarihsel şahsiyet olarak bakacak olanlar, belki de onun Türkiye tarihindeki pozisyonunu bir ifratın tefriti olarak değerlendireceklerdir.
* * *
Ülke gündeminde her daim sıcak tutulan imam-hatipler/imam-hatipliler meselesi, bu dinbaz siyasi iktidarın pek çok tasarrufu gibi, geçmiş dönemlerin tasarruf, anlayış ve davranışlarıyla bir başka uçta hesaplaşmadan öte bir şey değil aslında.
Üzücü olan şu ki eskiden nasıl siyasi iradenin sergilediği pratik karşısında okkanın altına toplum, halk, insanlar gittiyse bugün de belki tam tersi bir motivasyonla, ama yine toplum, halk ve insanlar gitmekte.
Dünün Türkiye'sinde imam-hatiplere abartılı şekilde "fobik" yaklaşan, onları toplum ve insanlar nezdinde istikbal açısından seçenek-dışı kılmaya çalışan bir resmî-ideolojik anlayış vardı.
Bugünün Türkiye'sinde imam-hatiplere abartılı şekilde iltimasla yaklaşan, onları yere-göğe koyamayıp toplum ve insanlar nezdinde istikbal açısından tek seçenek kılmaya çalışan bir resmî-ideolojik anlayış var.
Dün, imam-hatipli olunduğunda ayrımcılığa maruz kalınmaktaydı.
Bugün, imam-hatipli olunduğunda ayrıcalığa mazhar olunmakta.
* * *
İki gün önceki Önder İmam Hatipler Buluşması'nda Erdoğan, "Onların gassal diye düşündüklerinden cumhurbaşkanı çıktı" ifadesiyle manşet oldu. Sözün hedefinde, elbette her daim olduğu gibi CHP vardı. Daha doğrusu erken-Cumhuriyet döneminin Tek Parti CHP'sinden bugün ülkenin özgürlük, demokrasi ve seküler yaşam umut ve arzusunun en etkin temsilcisi olan CHP'ye köprü kurma arzusu vardı.
Söylenenle kastedilen, İsmet İnönü döneminde 1948'de hayata geçirilen ve bir bakıma Demokrat Parti döneminde açılacak imam-hatip okullarının prototipi denilebilecek İmam-Hatip Yetiştirme Kursları'dır. Bu kursların, Cumhuriyet döneminde dinî tedris ve tatbikatın önünün kapatılması sonucu olarak kendini gösteren bir takım "ihtiyaçlar"dan dolayı, mecburiyetten açıldığı ha bire ileri sürülüp durulur İslamcı ağızlar tarafından.
Nitekim Erdoğan da mevzubahis konuşmasında İsmet İnönü'nün "cenazeleri yıkayacak gassal yetiştirme" amacıyla bu kursların açılması yolunda talimat verdiğini söylüyor ve sonrasında diyor ki işte onların gassal olmasını beklediklerinden cumhurbaşkanı oldu.
Bu söylediklerinde içkin gurur, imam-hatipleri küçümseyen anlayışla hesaplaşma duygusu ve bu gününü göstermiş olmanın hazzı eşliğinde imam-hatipliliğin onurunu her daim taşıdığını ve çocuklarını imam-hatibe göndermiş olmaktan duyduğu memnuniyeti de zikretti Erdoğan.
* * *
Görünürde durum budur, ama derinlerde, hele ki geçmişin derinliklerinde neler olup bittiğini bilebilme imkânına sahip değiliz.
Elbette Tayyip Erdoğan, imam-hatipli olduğunu da, imam-hatipli bir cumhurbaşkanı olduğunu da göğsü dik bir şekilde gurur ve mutlulukla söyleyecektir.
Ama hiç kimse Tayyip Erdoğan'ın küçük bir çocukken önüne imam-hatip dışında bir seçenek çıksaydı, çıkarılsaydı onun tercihinin ne olacağını bilemeyecektir.
Elbette Tayyip Erdoğan bugün dört çocuğunun dördünün de imam-hatipte okumuş olduğunu gururla, mutlulukla söyleyecektir.
Ama hiç kimse o çocukların önlerine başka seçenekler konulup konulmadığını ve konulsaydı onların ne yapmak isteyeceklerini kolay kolay bilemeyecektir.
Bilebildiğimiz bir şey varsa o, Tayyip Erdoğan'ın yukarıda çerçevesi çizilen gurur-mutluluk motivasyonuyla ve bütün toplumun babalığına soyunan ("patrimonyal") bir siyasi anlayışla bugün neredeyse memleketin tamamını "imam-hatibe gönderme" arzusu sergilemesi, ama toplumun başka seçenek arayışları içinde çırpınmasıdır.
Buna yazının son kısmında geleceğiz, ama önce imam-hatiplerin Türkiye'de tarihsel süreçte toplum tarafından nasıl alımlandığına ilişkin birkaç kayıt daha düşelim.
* * *
Türkiye'de 1950'lerden itibaren on yıllar boyunca insanlar çocuklarını imam-hatiplere laik rejime düşmanlık beslemeyi öğrensinler diye göndermediler.
İnsanlar çocuklarını imam-hatiplere yoksulluk yüzünden, yani sınıfsal temelli gönderdiler, bir. İnsanlar çocuklarını imam-hatiplere 1950'lerden itibaren hızla değişen toplumda yaşanan değer erozyonu nedeniyle, kuşaklar-arası çatışma, bu çatışmanın yaratacağı kopuşlar, yani çocuklarını kaybetme kaygısıyla, kültürel temelli gönderdiler, iki.
1970'ler, 80'ler, 90'larda, ülkedeki iç-savaş ortamını, okulların siyasi çatışma zeminleri olmasını, düz liselerin önündeki uyuşturucu çetelerini, fuhuş simsarlarını görerek;
Ama daha güvenli okullara çocuklarını göndermeye de ekonomik güç yetiremeyerek;
Hiç olmazsa dinin, "iman"ın bir insafı-vicdanı vardır da oğlumun-kızımın başına bir şey gelmez güveniyle, yani hem ekonomik hem kültürel temelli gönderdiler, üç.
İnsanlar çocuklarını imam-hatiplere siyasal-ideolojik temelli göndermediler. Ama elbette imam-hatiplerin kapılarından içeri girdikten sonra sınıflarda bu çocuklara hocaları tarafından mevcut statüko karşısında hissedilen kompleksler doğrultusunda yıllar yılı muazzam bir hırs ve hınç aşılanmadı mı aşılandı.
Onlara, "İleride Türkiye'yi siz yöneteceksiniz" telkininde, teşvikinde, itkisinde bulunulmadı mı, bulunuldu.
Recep Tayyip Erdoğan da böyle yetişmedi mi, yetişti.
* * *
İnsanlar çocuklarını imam-hatiplere siyasi-ideolojik değil, kültürel-ekonomik temelli gönderdi. Ama Türkiye'de imam-hatipler resmî siyasi-ideolojik emeller doğrultusunda ha bire oyuncak edildiler. Yeri geldi 12 Eylül cunta rejimi ve onun uzantısı denilebilecek Özal döneminde sola karşı dalgakıran oluşturma yolunda önleri açıldı. Yeri geldi 28 Şubat (1997) darbesinde olduğu gibi işlerliklerine ket vurulmaya çalışıldı.
Ama sonra yine yeri geldi, 28 Şubat mağdurluklarından (bu mağdurluğu kendilerine "teçhizat" yaparak) hoyrat ve dinbaz bir mağrurluğa varanların iktidarında yine siyasi oyuncak olarak öne sürüldüler.
Fakat, aslında 28 Şubat sürecinin dölyatağından çıktığı söylenebilecek AKP iktidarında, darbe döneminde imam-hatiplere siyaseten getirilen sınırlama ve kısıtlamalardan, onların yine siyaseten alabildiğine sınırsız ve kontrolsüz şekilde topluma pompalandığı bir yeni döneme girildi.
Bir dönem imam-hatipleri yok ya da hiçe saydığı iddia edilen siyaset erbabı ve toplumsal kesimlerden "intikam" adına imam-hatiplilik dışında her şeyin eğitim adına yok ya da hiçe sayıldığı bir Türkiye imal etmeye çalıştılar.
* * *
Fakat bakıyoruz, yine de imam-hatiplere rağbet çok düşük; her yıl kontenjan doldurma derdi yaşayan okulların başında imam-hatipler geliyor.
Fakat bakıyoruz, en muhafazakar, hatta mutaassıp çevrelerden bile feryatlar yükseliyor: "Biz zaten evde çocuğa dini de Kitap'ı da ‘Siyer'i de namazı-niyazı da öğretiyoruz. Okulda iş-güç sahibi olmayı öğrensin, onu istiyoruz "diye…
Ve fakat, bakıyoruz, eskiden "Beyaz Türkler"in imam-hatiplerden köşe bucak kaçmaları gibi şimdi de "Beyaz Müslümanlar" kaçıyor imam-hatiplerden bucak bucak… İslami "entelijansiya"yı, seçkinleri, zenginleri yerli veya yabancı menşeli özel okulların sınavlarına girmiş çocuklarını o okulların bahçesinde bekler ve turlar vaziyette görüyoruz.
Ve evet, bakıyoruz yine yoksulların, çaresizlerin, başka seçenek yaratacak imkanı olmayanların çocukları giriyor daha çok kapılarından içeri imam-hatiplerin…
Ancak ve de ancak… Yine bakıyor ve görüyoruz ki o kapılardan içeri giren çocukların da dünyayı dinî değil dünyevî yaşama istekleri, kendisini "Teizm"den "Deizm"e ürkek ürkek manevi yörünge değişimleriyle belli ediyor.
Demek ki çocukları imam-hatiplerin kapısından içeri soksalar da istedikleri, hedefledikleri, hayal ettikleri şekilde formatlayamıyorlar. "Mobil-dijital kültür", küresel iletişim olanakları, sosyal medya etkileşimleri, "Sünni-Hanefi" bir mezhepsel darlık da ihtiva eden dinî eğitim planlamasını-programlamasını altüst ediyor.
Mızrak çuvala sığmıyor.
Sonuç olarak, kendi çocukluklarının ve gençliklerinin intikamını yaşlılıklarında alma uğruna bugünün dindar olan olmayan bütün çocuklarını gençlerini kurban ediyorlar; din uğruna kazanma yolunda onları toptan ve din bağlamında da kaybediyorlar.
Çünkü çağın sosyolojisine de zamanın psikolojisine de o kadar uzaklar ki!..
Neyse, ben asıl merak ediyorum, 30 yıl önce Londra'da karşıma çıkan ve şimdi artık neredeyse bir "dünya vatandaşı" mertebesinde olan o imam-hatipli arkadaşım bugün kendi evladı için ne seçenekler, arayışlar, hedefler peşindedir acaba?..