15 Temmuz 2019
6 Şubat 1990’da Ufuk Güldemir imzasıyla Cumhuriyet gazetesinde bir haber yayımlandı.
O dönem Cumhuriyet’in Washington muhabiri olarak görev yapmakta olan Güldemir’in “ABD İslam’la çatışmamalı” başlığıyla çıkan haberi, ABD yönetiminden siparişler alarak gizli dokümanlara erişme imkânı da kendisine sağlanan Rand Corporation’ın yeni hazırladığı bir raporu gündeme getirmekteydi.
Uzun yıllar Boğaziçi Üniversitesi’nde çalıştıktan sonra ABD’ye gidip pek çok üniversitede dersler vermiş, sonrasında Rand Corporation bünyesinde de yer almış Prof. Sabri Sayarı tarafından hazırlanmış raporun konu başlığı, “Türkiye’de İslam”dı.
Rapor, özünde ABD yönetimine Türkiye’de 1980 sonrası süreçte dinamik bir şekilde kendini göstermiş İslami siyasi, ideolojik, popüler ve entelektüel hareketlilikleri kendi yararına işlevselleştirmesi telkininde bulunmaktaydı.
Önerilen, Türkiye’deki İslami hareketin “ılımlı” üyeleri ile ihtiyatlı ve gayri resmi temaslar yapılması ve laik modeli desteklerken bir yandan da bu ülkedeki İslami güçlerle açık çatışmadan kaçınacak bir politikanın formülleştirilmesiydi.
Raporun alt yapısında elbette (her ne kadar sonuna yaklaşılmış da olsa) “Soğuk Savaş”, Sovyet stresi ve komünizm fobisi vardı. Çünkü bu, Rand tarafından daha geniş çerçevede “Kuzey kuşağı ülkelerdeki İslami hareketler” başlığı altında hazırlanan bir rapor dizisinin parçası idi. Bu dizinin eş güdümünü de çok uzun yıllar Türkiye’de CIA görevlisi olarak çalıştıktan sonra teşkilat bünyesinde daha da önemli görevlere yükselmiş olan Graham Fuller yönetmekteydi.
Bu raporla birlikte Amerikan yönetimine Türkiye’de İslami kanadın ılımlıları ile temasın yararlı olacağının ilk kez kamuoyu önünde açıkça deklare edilmiş olduğu söylenebilir.
Rapordan bazı satır başları şöyle: 1980-sonrası süreçte Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi (ANAP) iktidarında yönetim kademelerinde (“Dışişleri” hariç) İslami bir ağ varlık bulmuştu. Yakın gelecekte Türkiye ekonomisinde Koç, Sabancı gibi “seküler burjuvazi”nin hâkim unsurları karşısında kendisini hissettirecek dinamik bir “İslami sektör” (yani Müslüman burjuvazi) ortaya çıkmıştı (malûm, MÜSİAD da 1990’da kurulmuştur). ABD, Türkiye’de hem laik modeli destekleyen hem de İslami güçlerle açık bir çatışmadan kaçınan nazik bir denge yakalamak durumunda idi.
Ve bu doğrultuda, İslami hareketin “ılımlı” üyeleri ile ihtiyatlı ve “gayri resmi” temaslar kurulmasında yarar vardı.
Turgut Özal
12 Eylül’ün kalbinden 15 Temmuz’un kalbine açılan yol…
Türkiye’yi 2016 yılının 15 Temmuz’undaki kanlı darbe girişimine –ki bence yazının sonuna doğru açıklayacağım üzere buna “dabbe” demek daha uygun - götüren yolun geriye doğru, elbette açık-seçik gözler önündeki veriler temelinde izi sürülmek istendiğinde, yukarıda aktardığım haberin bizi başlangıç noktasına hayli yakın kılacağı kanaatindeyim.
Haberde yer alan en kritik isim, Graham Fuller’dir ve bizim bu yazımızda da bir “açıklama anahtarı” olarak merkezi figür konumunda olacaktır.
Ancak bu aşamada atlanmaması, en azından bir dipnot kıvamında temas edilmesi gereken bir başka nokta var: Eğer yukarıda mevzu bahis ettiğimiz haber, “15 Temmuz’un tarihi” açısından başlangıçlara işaret alınacaksa, buradan bir “tarih-öncesi”ne de 12 Eylül 1980 darbesi ve o darbenin iradi gücü tarafından “Türk-İslam Sentezi”nin devletin resmî ideolojisi haline getirilmesi ile çıkmak gerekir.
Demek ki bir darbenin kalbinden öbür darbenin kalbine açılan da bir yol vardır!..
12 Eylül 1980 darbesi, Kenan Evren yönetiminde (ve elbette ABD güdümünde) “ülkede kardeş kanına son verme” retoriği ile kendine meşruiyet sağladı ama onun esas, aslî ve derin motivasyonu “anti-komünizm”di.
Bu doğrultuda (yukarıda da değinilen) “Soğuk Savaş” ikliminin havasını Batı’dan yana soluyarak, Türkiye’de 1960’lı-70’li yıllarda yükselmiş sol-sosyalist hareket ve örgütlerin üzerine korkunç bir gaddarlıkla gitti. Bunu yaparken ihtiyaç duyduğu toplumsal kabulü elde etme yolunda da devletin resmî ideolojisini radikal-modernist (Batıcı) ve elitist bir seküler-milliyetçilikten ("Atatürkçülük") muhafazakâr-modernist ve İslami-popülist Türk-İslam Sentezi’ne doğru kırılıma uğrattı.
İşte bunun bir sonucu, Özal’ın ANAP’ı öncülüğünde hem ileride bugünün AKP’sine doğuş verecek şekilde Batı’ya dost bir İslamcı siyaset anlayışının; hem de anti-komünist damarı 1960’ların ikinci yarısından itibaren ayan beyan ortada olan “sufî” altyapılı ve kitlesel çekim gücü yüksek bir cemaat önderinin önünün açılmasıdır.
Daha doğrudan belirtelim: Post-İslamcı AKP ile post-Nurcu Gülen hareketinin “döl yatağı”, 12 Eylül 1980 sonrası askeri cunta yönetiminin inisiyatifi ve bu inisiyatifle bağlantılı şekilde ülkenin gidişatına yön veren Turgut Özal’ın ANAP’ıdır.
(Elbette Evren’in siyasi çizgisiyle Özal’ınki arasında mevcut farklılıkları burada ne yok sayıyorum ne de inkâr ediyorum; ama bence birilerinin ileri sürdüğü gibi, CUNTA’dan ANAP’a geçişi bir demokrasiye dönüş saymaktan yana da değilim. Farklılıklar ve kopukluklar kadar, daha önemli mahiyette süreklilikler-bağlantılar vardır ve “köprü” de Aydınlar Ocağı ve “Türk-İslam Sentezi”dir.)
Kenan Evren
Sovyetler’in çöküşünden İkiz Kuleler’in düşüşüne…
Ancak 1980’lerin “Soğuk Savaş” hercümercinde kendini gösteren bu yeni siyasi yörüngenin Türkiye’nin gidişatına damga vuracak aşamaya gelmesi, yukarıda Ufuk Güldemir haberinde gayet berrak belirdiği üzere bir dış-politik dinamiğin katalitik etkisiyle olmuştur. Graham Fuller marifetli “Türkiye’de İslam” raporu, bu bakımdan tam bir “start” niteliğindedir.
Sovyetler’in çöküşü sonrası bu defa haberde bahsi geçen “kuzey kuşağı ülkelerdeki İslami hareketler”le ilgili olarak Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” teziyle bağlantılı yeni bir kavrayış çerçevesinin öne çıktığı bağlamda da Fuller “on parmağında on marifet” ortada oldu. Bu defa Batı liberalizmine İslami tehdidi “soğurma” yolunda aynı şekilde ılımlı İslamcılığın temsilcisi saydığı oluşumlarla temasın yegâne seçenek olduğunda ısrarlıydı. Bu doğrultuda da onun 2001 yılı 11 Eylül’ünde El Kaide’nin Dünya Ticaret Merkezi’nin İkiz Kuleler’inde uçakları patlatması sonrası George W. Bush yönetimine hitaben kaleme aldığı bir makaleye dikkat yöneltmemiz gerekir. (G. E. Fuller, "The Future of Political Islam", Foreign Affairs, 81: 2, 2002)
Bu makalenin önemi, 1990’daki raporda bahsedilen “Türkiye’de İslami hareketin ılımlı üyeleri” ifadesinin karşılıklarının artık açık seçik zikredilir olmasıdır.
Fuller bu makalede 11 Eylül faciası sonrası Bush yönetiminin dünyayı “Biz” (Batı) ve “Onlar” (Terörist Müslümanlık) ikilemine itme yanlışlığına değinerek bunun Usame Bin Ladin’in “İslam” ve “Küffar” arasında bir savaşa çağrı yapmasından farkı olmadığını belirtir.
Ardından 1990’daki raporda da izdüşümlerini bulduğumuz anlayışla, Müslüman dünyada İslamcı olmakla birlikte aynı zamanda liberal ve demokratik de olan politik eğilimleri teşvik edip desteklemenin önemini vurgular. Sonra Türkiye’yi işaret ederek, katı-sert bir laik devlet ideolojisini aşıp hem kamusal desteğe hem de demokratik ruha sahip İslami hareketlere doğuş verecek olgunluğa ulaşmış bu ülkenin böylesi bir destek için uygun zemin olduğunu kaydeder.
Bununla da kalmaz ve daha somut olarak kendince “demokratik ve modernist” diye tanımladığı, Fazilet Partisi’nden kopuşla türeme AKP ile “apolitik Nur hareketi” şeklinde işaret ettiği bir “Cemaat”i not düşer.
Türkiye’nin geleceğini karartacak bir siyasi “izdivac”ın çöpçatanlığı işte buralarda karşımıza çıkmaktadır.
Graham Fuller
“Yeni Türkiye”nin isim babası Fuller
Akan zaman, söz konusu “izdivac”ın tatlı-güzel günlerinde Fuller’i daha da coşturacak ve 2007’de yazdığı kitapta o, Türkiye’nin “sadece Türkiye için değil, genelde günümüz İslam dünyası için oldukça önemli iki dinamik İslami hareket” ürettiğini ileri sürecektir. Bunları, kitabının “Türk İslamı’nın Yeniden Yükselişi” başlıklı 6’ıncı bölümün iki alt-bölüm başlığında takdim eder. Birinci alt bölümün başlığı, “Adalet ve Kalkınma Partisi”dir; ikincininkini ise sanırım kimse tahminde yanılmayacaktır: “Fethullah Gülen Hareketi”.
Kitabın önemli bir diğer yanı, bugün dinbaz iktidar mahfillerinin dilinden düşmeyen “Yeni Türkiye” ifadesinin, tabirin isim babasının Fuller olduğunu düşündürecek bir “kristal” berraklığıyla karşımıza çıkmasıdır: The New Turkish Republic – Turkey as a Pivotal State in the Muslim World (Türkçe çeviri: Yeni Türkiye Cumhuriyeti – Yükselen Bölgesel Aktör, Timaş Yayınları, 2008).
Kitaptan su satırlar, not edilmeye değer:
“(M)odern Türk devletinin sıkı İslam karşıtı yapısına rağmen Türkiye, sadece Türkiye için değil, aynı zamanda genelde günümüz İslam dünyası için oldukça önemli iki dinamik İslami hareket üretmiştir: Gayet politik AKP ve büyük ölçüde apolitik cemaatçi Fethullah Gülen hareketi. (…)
Ağustos 2001’de kurulan AKP, Türkiye’de bugüne kadar gelmiş İslamcı partiler serisinin açık ara en ılımlı, en profesyonel ve en başarılısı olmuştur. AKP resmen İslam ile kendisi arasında herhangi bir formel bağ kurmaktan uzak durmakta ve sekülarizm veya ‘laisizm’i demokrasi ve özgürlüğün bir ön şartı kabul etmektedir. AKP’nin Avrupa Birliği’ni kucaklaması, AKP platformunun en başarılı ve akıllıca yönlerinden biri olmuştur. Bu politika, partinin ülke içindeki seçmen desteğine ve dışarıdaki imajına büyük oranda katkıda bulunmuştur. (…)
AKP iktidara geldiğinden ve oldukça ılımlı, pragmatik ve üretken bir siyasal platform benimsediğinden beri Gülen hareketi AKP’ye yönelik eleştirisini büyük ölçüde azaltmıştır. Bunun sonucu olarak, ikisi arasındaki ilişkiler bugün geçmişte olduğundan çok daha iyi durumdadır. Gülen cemaatinin birçok üyesi bugün artık Gülen hareketine bir alternatif olarak değil ama onun siyasi bir tamamlayıcısı olarak AKP’ye katılmıştır” (Türkçe çeviri, 2008: 100-128).
İşte Graham Fuller’in tâ 1990’da Türkiye’de "ılımlı İslam"ın siyaset sahnesinde ABD ve küresel sistem açısından önünü açmaya dönük sessiz-sedasız bir raporla start alan mesaisi, 2000’lerin ikinci yarısında artık AKP-Gülen ortaklığını böylesine ayan beyan parlatma raddesine varmıştır.
O halde sözümüzü esirgemeyelim:
15 Temmuz 2016 gecesi canlarını kaybedenlerin kefenlerinin biçilmesi, demek ki 1990 başına kadar geriye gitmektedir.
Erbakan “engeli”
Elbette dikkatli gözlemciler, yaptığımız değerlendirmede önemli bir boşluğun 1990-2000 arası dönem olduğunu fark edecektir. Mevzu bahis rapordan hareketle 1990’larda Atlantik’in öte yakasından Türkiye’ye yaklaşımda belirginleşen dış-politik dinamikle titreşimsel mahiyette iç-politik süreçlerde olup bitenleri en azından satır başlarıyla hatırlayarak bu boşluğu doldurmamız gerekir.
Orada karşımızda bir “anomali”, diğer deyişle yukarıda zikrettiğimiz tüm aktörler ve yapılar; ABD, AKP, küresel kapitalizm, Fuller, Erdoğan, Gülen nezdinde aşılması gereken bir “engel” belirecektir.
Bu, “Erbakan faktörü”dür.
Fuller bunu, yukarıda değindiğimiz ve “Yeni Türkiye” tabirinin isim babası olarak kaydedilmeyi de hak ettiği kitabında söyle serimler:
“AKP, 1970’den 1997’ye kadar birbiri ardına dört farklı İslamcı partiye –ki zamanla bu partilerin her biri kapatılmıştır- liderlik etmiş olan Necmettin Erbakan’ın daha geleneksel İslamcı etkisinden ilk kurtulan partidir. Görmüş olduğumuz gibi, Erbakan Batı, İsrail, Avrupa Birliği, laiklik ve Kemalist miras konularında –en azından Türk standartlarına göre- radikal görüşlere sahipti” (G. Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti, Timaş, 2008, s. 100-101).
“Millî Görüş” hareketinin kurucusu Erbakan’ın 1990’lı yılların başından itibaren Türkiye siyasetinde yeniden yükselişi, 1980’li yıllarda ANAP’la karşımıza çıkan “pro-kapitalist” tablodan farklı şekilde hâlâ romantik bir İslamcılıkta ve Batı’yı “bâtıl” sayarak “anti-kapitalist” çizgide ısrarın en olmadık zamanda öne çıkmasına yol açmıştı. Küresel kapitalizmin İslam coğrafyasından beklentilerine bu ters gidişat, “28 Şubat”la (1997) aşılmış, Erbakan “anomali”si giderilmiştir.
“28 Şubat”ın kazananları bellidir: Erdoğan kazanmıştır; Gülen kazanmıştır; Fuller kazanmıştır ve Fullerci yörüngede Türkiye gezegenine yaklaşan ABD kazanmıştır.
Kaybeden ise görünürde Erbakan olmakla birlikte, aslında Türkiye siyasetinde başından beri özne vasfına sahip TSK’dır, fakat kaybeden olduğunu anlaması için bir 10 yıl geçmesi ve 2007-sonrası süreçte yaşanacakları deneyimlemesi gerekecektir.
28 Şubat’ın iki “mutasyon”u
“28 Şubat”, Erbakan’ın siyaseten ölümü, Erdoğan’ın ise ulusal ve küresel bir siyasi figür olarak doğumudur.
Tayyip Erdoğan ve onun liderliğinde AKP, Erbakan’dan ve onun siyasi çizgisinden iki temel “mutasyon” (kırılma) ile türedi ve yükseldi. Birincisi, Erbakan’ın aksine, kapitalizmi lanet saymaktan nimet saymaya/addetmeye geçiştir.
İkincisi de Erbakan’ın Fethullah Gülen “alerji”sinden sıyrılıp “Hocaefendi” ülfetine geçiştir.
Erbakan’ın Gülen’le hiç yıldızı barışmamış, ona karşı hep soğuk, hep mesafeli, hep temkinli olmuştur o.
Elbette, antipati hissi, taraflar arasında karşılıklıdır!..
“28 Şubat”, ABD-merkezli küresel kapitalizmin İslam dünyasında kendisini “nimet” saydırma yolunda bu coğrafyada hâlâ bir engel, bir “çatlak ses” olarak mevcut Erbakan’ın “toparlanması” ile (tabii darbenin mimarları bunu istedi-istemedi, bilinmez) yeni bir çığırın önünü açtı.
Aynı küresel kapitalizmi “nimet” değil “lanet” sayıp tam kalbi olan yerden (Dünya Ticaret Merkezi) vuran küresel İslam tedhişi de sürece ivme kazandırdı. Ve Fuller’in yazımızın birinci bölümünde söz ettiğimiz makalesinin yayımıyla eş zamanlı mahiyette, 2002’de Tayyip Erdoğan’ın George W. Bush’la görüşmeye gidişiyle taşlar yerli yerine oturdu.
Gülen’in zaten üç yıldır Amerika’yı mesken tutmuş olmasını zikretmeye dahi gerek yok.
Bu şekilde AKP ile (o zaman tercih edilen adlandırmayla) “Cemaat” arasında 2000’lerin başından itibaren ABD’nin şahitliğinde bir “izdivaç” imkanının önü açılmış oldu.
Bu “izdivaç”, daha “serin” bir deyişle koalisyonunun nasıl yol tuttuğunu biliyoruz: 27 Nisan E-muhtırası karşısında yine ABD’nin uzaktan onayla eşlik ettiği süreçte, Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy, Askeri Casusluk, Oda TV, vd. “operasyonlar”la rejimin yeni hâkimi haline geliş. Ama aynı zamanda da “yeni iktidar sahipleri” olarak kendi içlerinde "kim kime tâbi olacak" sorusu ve sorununun, başlangıçta alttan alta, üstü örtük ve fısıltılar halinde kendini göstermesi…
Ve sonrasında da korkunç bir şekilde patlayan iç-iktidar mücadelesi…
“İzdivac”ın “kan davası”na dönüşmesi
Burada da bu iç-politik sorunu değerlendirirken, onu bir dış-politik dinamikle bağlantı, etkileşim ve titreşim içinde ele almamak olanaksız… Bu, Suriye iç-savaşı ve onun yarattığı küresel krizdir.
AKP-Gülen koalisyonu bu iç-savaş batağına yeni-Osmanlıcı, Amerikan-yanlısı ve Davutoğlu-mamulü bir “stratejik derinlik”le angaje oldu. Ancak Arap Baharı’nın bir parçası gibi başlayan Suriye macerası, özellikle Rusya’nın sürece dahliyle bir anda küresel kapitalizmin kendi içinde kıran kırana bir nüfuz mücadelesine evrildi.
Elbette Türkiye’deki dinbaz iç-iktidar çatışması da bu nüfuz mücadelesiyle oldukça karmaşık bir ihtilaf-ittifak gelgiti içinde seyretmeye başladı.
Suriye iç savaşının, “Amerikan gücünün gerileyişi”ni iyice ayyuka çıkarırken ABD-Rusya arasında 1990’ların başında sona erdiği düşünülen “Soğuk Savaş”ın yeni bir formda tekrar sökün etmesini de tetiklediği söylenebilir.
Bu sürece başlangıçta ABD’den yana bir angajmanla giren AKP ve Cemaat arasında savaşın sıcağında beliren ayrışma, çekişme ve çatışmalar, onları Suriye bağlamında ABD ile Rusya’nın (ve bir ölçüde de İran’ın) nüfuz mücadelesinde karşıt kutuplara çekti. Cemaat, ABD ile kayıtsız-koşulsuz; AKP ise Rusya ile acılı-tatlılı, yer yer itiş-kakış, yer yer sarmaş-dolaş bir ittifak içinde oldu.
Aynı kavşakta, 2013’ten itibaren ülke içinde de seküler toplum kesimlerinin çığlık çığlık yükselen tepkisi (Gezi olayları) ve AKP’nin bu kesimleri kriminalleştirme siyaseti…
Ve de bu tabloyu kendi yararına işlevselleştirmek isteyen Cemaat’in 17-25 Aralık (2013) operasyonlarıyla başlattığı açıktan çatışma durumu…
Tüm bunlar, artık geri dönüşsüz şekilde o korkunç 15 Temmuz 2016’ya doğru hızla sürüklenişin işaret fişekleri olarak kaydedilebilecek gelişmelerdir ve bu tablonun karşılığını da yine Fuller’in ifadelerinde bulmamız mümkündür.
AKP-Gülen koalisyonunun doğumuna ebelik yapmış, bu koalisyonun uluslararası arenada kredisini yükseltmeye yönelik kitaplar yazmış ve AKP’yi ılımlı İslam adına parlattıkça parlatmış Fuller, 2015 yılında verdiği bir mülakatta artık AKP ve Erdoğan’ı İslam ve demokrasi ilişkisi açısından hayal kırıklığı sayar olmuştur.
Fuller’in lojistik anlamda besleyip büyüttüğü, küresel ölçekte hem velilik hem hamilik yaptığı “çocuğu” artık evlatlıktan reddetme noktasına böylece geldiği söylenebilir.
Elbette o “çocuk” da mukabil olarak “baba”yı reddetme, lanetleme noktasına gelecek, hatta 15 Temmuz hadisesi sonrası darbe girişiminin tezgâhçısı olma gerekçesiyle Fuller hakkında yakalama kararı çıkarttıracaktır.
Graham Fuller
Peki, kazanan kim, kaybeden kim?
Tablo bu… Ve onda yer alan suretler, simalar, çizgiler, şekiller, renkler, gölgeler; hepsi bu konuyla ilgilenen uzman, akademisyen, bürokrat, siyasetçi, gazeteci pek çok kişinin malûmu…
Yalnız bunların önemli bir kısmında AKP ve Erdoğan’ın tablodaki yerini bir fırça darbesiyle görünmez kılma uğraşı belirgin şekilde ortadadır; onun 15 Temmuz’un mağduru olma gerekçesi doğrultusunda…
Hayır, AKP ve Erdoğan bu tablonun ayrılmaz parçalarıdır!..
O yüzden de Gülenci ordu mensuplarının girişimi olarak açıklanan 15 Temmuz, darbeden ziyade bir “dabbe”dir.
Kur’an’da “kıyamet alâmeti” olarak yerden doğuş bulacak bir yaratığa karşılık “dâbbetü’l-arz” terkibiyle karşımıza çıkan “dabbe” sözcüğünün, “nüfuz eden”, “sirayet eden” anlamları yanında çok çarpıcı bir diğer anlamı daha vardır:
Dabbe, aynı zamanda “ağaç kurdu” demektir.
Ve biliyorsunuz, her ağacın kurdu kendinden olur!..
O yüzden siz hâlâ darbe girişiminde bulunan, adı “Cemaat”ten “FETÖ”ye diskalifiye edilmiş oluşumun siyasi ayağını araya durun, biz size yukarıda 28 Şubat darbesini mevzubahis ettiğimizde sıraladığımıza benzer şekilde 15 Temmuz’un da kazanan ve kaybedenlerini sıralayalım!..
Kanımca tek kazanan var ki o da girişimin erken ifşa olup çözülmesindeki istihbarat dahli ve katkısı gayet açık olan Rusya... Zaten şu ara gündemde olan S-400 konusu bile bu büyük kazanımın halihazır bir örneği değil mi?..
Kaybedenler mi?..
ABD kaybetmiştir, Graham Fuller kaybetmiştir, Fethullah Gülen kaybetmiştir. Belki o gün değil, ama bugünden bakıldığında AKP ve Tayyip Erdoğan kaybetmiştir.
Ve elbette hepimiz kaybettik.
Çünkü “dabbe”, dediğimiz gibi, kıyamet alâmetidir ve onun yerden bittiği memlekette kazanan olmaz. 251 insanın hayatını kaybettiği, 2196 kişinin yaralandığı, sonrasında da Olağanüstü Hal’le, KHK’larla ülkede neredeyse mağdur olmayanın kalmadığı bir karanlık korku tüneline hep beraber savrulduk.
Şu aralar da işte aklıselim, iyi niyetli ve yürekli birilerinin öncülüğünde, muhafazakârı moderni, dindarı dindar-olmayanı, milliyetçisi sosyalisti, Türk’ü Kürt’ü el ele vermiş, kuyuya atılan taşı çıkarmaya çalışıyoruz!..
Artık 'bestseller' değil, 'fastseller' kitaplardan bahsedilebilir; tıpkı fastfood gibi. Ama bizde 'fastseller' kitap olgusuna başka boyutlar eklemek mümkün: Kitabın 'tılsım' ya da 'oyuncak' olarak da ayırt edilir hale gelmesi…
O Ses Türkiye yarı finalinde Kürtçe ninni okuyup "Türkiye halklarına selâm olsun" diyen genç müzisyene yönelik alkışlar, aynı evrende 20 yıl önce benzeri eylem ve söylemi hayatı pahasına sergilemiş Ahmet Kaya’nın ruhuna bir ferahlık olmuştur!..
Yıllanmış dizi 'Reis'te irtifa kaybı ortada olunca yeni bir ruh, coşku ve umutla sahneye konan bir başka 'dizi'ye seyirci ilgisinin önüne geçilemedi. 2009 Davos'unda reyting doruğuna çıkmış 'Reis', 2019 İstanbul'unda bir Haziran gecesi zirvedeki yerini 'İmam'ın Oğlu'na kaptırdı!
© Tüm hakları saklıdır.